ANA VE BABA İLE ÇOCUK ARASINDA KİŞİSEL İLİŞKİ KURULMASI

Çocukla anne ve baba arasındaki kişisel ilişkiye dair ilamların ve tedbir kararlarının yerine getirilmesi 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu ile düzenlenmişti. İcra ve İflas Kanunu’ndaki düzenleme uyarınca çocukla kişisel ilişkiye dair ilam ve tedbirlerin yerine getirilmesi icra dairelerine bırakılmıştı. Bu durum oldukça eleştirilmiş ve getirilen bu eleştiriler neticesinde 7343 Sayılı İcra ve İflas Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile çocuk teslimi ve çocukla kişisel ilişki kurulmasına dair usul değiştirilmiştir. Bu yazımızda yeni kanuni düzenlemeler çerçevesinde çocuk ile anne ve baba arasında kişisel ilişki kurulmasına dair kararlar ve usul incelenecektir.

I-) ANA VE BABA İLE ÇOCUK ARASINDAKİ KİŞİSEL İLİŞKİ NEDİR?

Velayet hakkı kendisine verilmeyen anne veya baba ile çocuk arasındaki görüşme ve iletişim kişisel ilişki kararıyla sağlanmaktadır. Kişisel ilişki kurma hakkı devredilemez ve vazgeçilemez nitelikteki haklardan olup sadece yüz yüze görüşmeyi değil her türlü iletişim araçlarıyla gerçekleştirilen iletişimi kapsamaktadır.

Çocukla kişisel ilişki kurulması hakkı sınırsız bir hak değildir. Türk Medeni Kanunu (TMK) m. 324 ana ve baba diğer tarafın kişisel ilişki kurma hakkını zedelemekten kaçınma yükümlülüğü altında olup kişisel ilişkiden dolayı çocuğun tehlikeye düşmesi, hakkın yükümlülüklere aykırı olarak kullanılması veya çocukla ilgilenmeme durumunun söz konusu olması halinde kişisel ilişki kurma hakkı reddedilebilmekte veya ilgilisinden alınabilmektedir.

II-) ANA VE BABA İLE ÇOCUK ARASINDAKİ KİŞİSEL İLİŞKİ KURULMASINI KİMLER TALEP EDEBİLİR?

Çocuğun velayeti kendisine bırakılmayan ebeveyn yani velayet hakkını haiz olmayan anne veya baba çocuk ile arasında kişisel ilişki kurulmasını talep edebilir. Üçüncü kişilerle çocuk arasındaki kişisel ilişki bu yazımızda incelenmemiştir.

III-) ANA VE BABA İLE ÇOCUK ARASINDAKİ KİŞİSEL İLİŞKİ HAKKINDAKİ YASAL DÜZENLEMELER NELERDİR?

Çocukla kişisel ilişki kurma hakkı öncelikle Anayasa m. 41/3’te “Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir.” şeklinde düzenlenmiştir.

Türkiye’nin taraf olduğu bazı uluslararası sözleşmelere baktığımızda, Çocuk Hakları Sözleşmesi m. 9/3 ve m. 10/2; Çocuklarla Kişisel İlişki Kurulmasına Dair Avrupa Sözleşmesi m. 4/2 hükümlerinde kişisel ilişki kurma hakkı açıkça düzenlemiştir. 1980 Tarihli Uluslararası Çocuk Kaçırmanın Hukukî Veçhelerine Dair Sözleşme ise düzenlediği konularla paralel olarak direkt kişisel ilişki kavramını kullanmamış olup orijinal metinde right of access kavramını kullanmış, bu kavram Türkçe metinde ziyaret hakkı olarak çevrilmiştir. Bu sözleşmenin 5. maddesinde ziyaret hakkının ne olduğu belirtilmiştir. Bu sözleşmeye dayanarak hazırlanan 5717 sayılı Uluslararası Çocuk Kaçırmanın Hukuki Yön ve Kapsamına Dair Kanun m. 3/1-e düzenlemesiyle kişisel ilişki kurma lafzını kullanmıştır. Burada farklı terim kullanılmış olsa da içerik olarak kavram tamamen aynı niteliktedir.

TMK m. 323 “Ana ve babadan her biri, velâyeti altında bulunmayan veya kendisine bırakılmayan çocuk ile uygun kişisel ilişki kurulmasını isteme hakkına sahiptir” hükmü ile kişisel ilişkiyi düzenlemiştir. 

IV-) ANA VE BABA İLE ÇOCUK ARASINDAKİ KİŞİSEL İLİŞKİ NASIL SAĞLANIR?

A-) BİR MAHKEME İLAM VEYA TEDBİR KARARI OLMALIDIR.

5395 Sayılı Çocuk Koruma Kanunu m. 41/A-1 hükmünde çocukla kişisel ilişki için öncelikle bir ilam veya tedbir niteliğinde kararın olması gerektiği düzenlenmiştir. Ayrıca Çocuk Teslimi ve Çocukla Kişisel İlişki Kurulmasına İlişkin İlam ve Tedbir Kararlarının Yerine Getirilmesine Dair Yönetmelik (Yönetmelik) m. 32 hükmünde de çocukla kişisel ilişki ilamı veya tedbir kararı için müdürlüğe başvurulabileceğini düzenlemiştir. Hak sahibi müdürlüğe başvururken ilgili kararı ibraz etmek zorundadır.

B-) İLAMIN KESİNLEŞMESİ GEREKLİDİR.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 350/2 ve m. 367/2 uyarınca aile hukukuna ilişkin kararların icrası için ilamın kesinleşmiş olması gerekmektedir. Çocuk Koruma Kanunu kapsamındaki icra söz konusu olduğunda işbu maddelere istinaden henüz kesinleşmemiş bir kararın icrası söz konusu olamayacaktır. 

C-) İLAMDA KİŞİSEL İLİŞKİYE DAİR BELİRLEMELER NET BİR ŞEKİLDE BELİRTİLMELİDİR.

Mahkeme kararında kişisel ilişkiye dair düzenleme şüpheye yer vermeyecek şekilde belirlenmeli, herhangi bir tereddütün söz konusu olmaması veya bir imkansızlığın bulunmaması gerekmektedir. Burada hâkim tarih, saati şüpheye yer vermeyecek şekilde belirlemeli, tarafların uygunluğu gözetilmelidir.

D-) ADALET BAKANLIĞI TARAFINDAN KURULAN ADLİ DESTEK VE MAĞDUR HİZMETLERİ MÜDÜRLÜĞÜNE BAŞVURU

İlam veya tedbir kararlarının yükümlü yani çocuk teslimi veya çocukla kişisel ilişki kurulmasına dair ilam veya tedbir kararı gereğince çocuğu teslim etmesi gereken kişi tarafından rıza ile yerine getirilmesinin beklenmektedir. Eğer yükümlü, yükümlülüğünü rızasıyla yerine getirmezse çocukla kişisel ilişki hakkına sahip olan, çocuğun yerleşim yeri adli destek ve mağdur hizmetleri müdürlüğüne başvurur. 

Müdürlük, Yönetmelik m. 32 hükmüne istinaden ilam veya tedbir kararını inceler. Müdürlük geçerli bir ilam veya tedbir kararının olduğunu tespit ettikten sonra yükümlüyle irtibat kurar ve çocuk ile hak sahibinin kişisel ilişki kurabilmesi için çocuğun belirlenen yere getirilmesini bildirir. Burada bir tebligat usulünün öngörülmemiştir. Çocuğun üstün yararının gerektirdiği hallerde müdürlük irtibata geçmeden direkt harekete geçebilir. Yönetmelik’te ise bu durum m. 30’da kaçırılma ihtimali söz konusu olursa irtibat kurulmaması durumu düzenlenmiştir.

Eğer yükümlüyle irtibat kurulamaz, yükümlü çocuğu getirmeyeceğini söyler ya da çocuk belirlenen yere getirilmezse bu durumda müdürlük çocukla kişisel ilişki kurulmasına dair bir teslim emri düzenler ve tebligat hükümlerine uygun olarak yükümlüye gönderir.  Bu teslim emrinde belirlenen yere ve zamanda çocuğun getirilme zorunluluğu ve bu yükümlülüğün tebligattan sonraki dönemde devam edeceği, bunun için yeniden emir çıkarılmayacağı; yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde disiplin hapsinin söz konusu olabileceği, bu iş ve işlemlere karşı bir hafta içinde aile mahkemesine şikâyet hakkının bulunduğu gibi hususlar belirtilir. 

V-) İLAM VEYA TEDBİR KARARLARININ YERİNE GETİRİLMESİNE MUHALEFET

Yönetmelik m. 50 uyarınca çocukla kişisel ilişki kurulmasına dair ilam veya tedbir kararlarının yerine getirilmesine ilişkin teslim emrine aykırı hareket eden veya emrin yerine getirilmesini engelleyen olursa bu kişi bir ay içinde yapılacak şikâyet üzerine, üç günden on güne kadar disiplin hapsiyle cezalandırılır.

Bu konu hakkında sıkça sorulan sorular için https://magdur.adalet.gov.tr adresinden yararlanabilir, detaylı bilgi almak için iletişim formunu doldurarak veya telefonla  Dike Hukuk Bürosuna ulaşabilirsiniz.

KONUTU TERK ETMEME (EV HAPSİ) TEDBİRİ

Konutu terk etmeme, halk arasında ev hapsi olarak da bilinen tedbir türüdür. Mahkeme veya hakimlikçe, suç şüphesi altında olan şüpheli veya sanık mazeretsiz ya da izinsiz olarak konutu terk etmemekle yükümlü kılınır.

Ceza Muhakemesi Kanunu madde 109/3-j’de düzenlenen bu adli kontrol tedbiri; bir suç isnadı sonucunda, soruşturma veya kovuşturma kapsamında, tutuklama sebeplerinin de olmasıyla beraber şüpheli veya sanığın tutuklanarak cezaevine götürülmesi yerine denetim altında tutulmasıdır. Şüpheli veya sanığın konutu terk etmemesi şeklindeki adli kontrolün denetimi, elektronik kelepçe vasıtasıyla ve Denetimli Serbestlik Müdürlüğü tarafından sağlanır.

Şüpheli veya sanık hakkında konutu terk etmeme tedbiri uygulanmış ise şahsın tedbir kaldırılmadığı sürece konuttan dışarı çıkması yasaktır, aksi takdirde tedbir ihlal edilmiş olur ve şahıs tutuklanarak cezaevine götürülür.

I-) KONUTU TERK ETMEME KARARI VERİLEBİLMESİNİN ŞARTLARI

Konutu terk etmeme tedbirinin uygulanabilmesi için tutuklama nedenlerinin varlığı aranır. Ceza Muhakemesi Kanunu madde 109/2’de yer aldığı üzere, kanunda tutuklama yasağı öngörülen hallerde de adli kontrole ilişkin hükümler uygulanabilir. Adli kontrol tedbirlerinden biri de konutu terk etmemedir.

Konutu terk etmeme tedbiri tutuklamaya alternatif bir tedbir olması sebebiyle tutuklamaya ilişkin şartların varlığı aranmaktadır. Bu şartlar:

A-) Kuvvetli Suç Şüphesi

Şüpheli veya sanık hakkında kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin olması gerekmektedir. Kuvvetli suç şüphesi, şüpheli veya sanığın suçu işlediğine dair oldukça yüksek bir olasılığın bulunmasıdır. Bu şüphe, somut deliller ile de ortaya konmuş olmalıdır. Şüpheli veya sanık hakkında kuvvetli suç şüphesi bulunmadan konutunu terk etmeme şeklinde adli kontrol tedbirine hükmedilemez.

B-) Tutuklama Nedeni

Ceza Muhakemesi Kanunu madde 100’de yer alan tutuklanma nedenleri, konutu terk etmeme tedbirinin uygulanabilmesi için de gereklidir. Tutuklama nedeninin varsayılabileceği haller şunlardır:

  • Şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa.
  • Şüpheli veya sanığın davranışları delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme; tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa.

II-) KONUTU TERK ETMEME TEDBİRİNİN SÜRESİ

Konutu terk etmeme bir adli kontrol şekli olmasından dolayı ne kadar süreceği adli kontrol hükümlerine göre şekillenir.

Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde konutu terk etmeme tedbiri süresi en fazla iki yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hâllerde gerekçesi gösterilerek bir yıl daha uzatılabilir.

Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, adli kontrol süresi en çok üç yıldır. Bu süre, zorunlu hâllerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı, Türk Ceza Kanunu‘nun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar ile Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlarda dört yılı geçemez. Bu maddede öngörülen adli kontrol süreleri, çocuklar bakımından yarı oranında uygulanır.

Şüpheli veya sanığın konutu terk etmeme (ev hapsi) yükümlülüğünün devamının gerekip gerekmeyeceği hususunda en geç dört aylık aralıklarla soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hâkimi, kovuşturma evresinde ise re’sen mahkeme tarafından karar verilir. 

III-) KONUTU TERK ETMEME ALTINDA GEÇEN SÜRENİN CEZADAN MAHSUP EDİLMESİ

Diğer adli kontrollerin aksine konutu terk etmeme tedbiri altında geçen süre cezadan mahsup edilebilir. Konutu terk etmeme tedbiri altında geçen her iki gün, bir gün olarak cezadan mahsup edilir.

IV-) KONUTU TERK ETMEME KARARI VEREBİLECEK MERCİLER

A-) Soruşturma Aşamasında

Soruşturma aşamasında konutu terk etmeme tedbirini uygulayabilecek görevli merci sulh ceza hakimliğidir. Şüpheli, Cumhuriyet savcısının talebi  ve sulh ceza hakimliğinin kararı üzerine konutu terk etmeme tedbiriyle adli kontrol altına alınabilir. Konutu terk etmeme tedbirini uygulamaya yetkili sulh ceza hakimliği ise suçun işlendiği yerdeki sulh ceza hakimliğidir.

B-) Kovuşturma Aşamasında

Kovuşturma aşamasında ceza davasına hangi mahkeme bakıyorsa konutu terk etmeme tedbirini verme kararı da o mahkemeye aittir. Ceza davasına bakan mahkemenin kararına itiraz edilmesi üzerine, itirazı inceleyen ceza mahkemesi de konutu terk etmeme şeklindeki adli kontrol kararı verebilir.

V-) YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu 8.10.2020 tarihinde, Esra Özkan Özakça (B. No: 2017/32052) başvurusunda, Anayasa’nın 19. maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

“…Anayasa Mahkemesi ilk olarak konutu terk etmeme adli kontrol tedbirinin kişi hürriyeti ve güvenliği hakkına müdahale teşkil edip etmediğini incelemiştir.

Anayasa Mahkemesine göre kişilerin fiziki hareket özgürlüklerini sınırlandıran bir tedbirin Anayasa’nın 19. maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkına mı yoksa Anayasa’nın 23. maddesinde düzenlenmiş olan seyahat özgürlüğüne mi müdahale teşkil ettiği belirlenirken önemli olan husus sınırlamanın niteliği veya esası değildir. Bir tedbirin bunlardan hangisine müdahale oluşturduğunun tespitinde sınırlamanın derecesi ve yoğunluğu dikkate alınmalıdır. Bunun tespitinde tedbirin türü, süresi, uygulanış şekli, gündelik hayatın denetiminin boyutu gibi faktörler önem taşımaktadır.

Bu bağlamda yapılan değerlendirmede konutu terk etmeme; kişilerin fiziksel özgürlük alanını yalnızca ikamet ettiği konutun içi ile sınırlandıran, elektronik kelepçe takılmak suretiyle infazı söz konusu olabilen ve -kaldırılıncaya kadar- gün boyunca kesintisiz olarak devam ettirilen, uyulmadığında ise şüpheli veya sanık hakkında tutuklama tedbirinin uygulanmasına neden olabilen bir adli kontrol tedbiri niteliğindedir. Anılan tedbirin bu niteliği, uygulanış şekli ve özellikleri itibarıyla hareket serbestisi üzerindeki sınırlayıcı etkisinin derece ve yoğunluk olarak seyahat özgürlüğüne göre oldukça ileri bir boyutta olduğu ve dolayısıyla kişi hürriyeti ve güvenliği hakkına müdahale teşkil ettiği sonucuna varmak gerekir.

Anayasa Mahkemesi ikinci olarak, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 109. maddesinde tutuklamaya alternatif olarak düzenlenmiş adli kontrol türlerinden biri olan konutu terk etmeme tedbirinin hukukiliğinin incelemesinde -tutuklama tedbirinde olduğu üzere- kanun tarafından öngörülme, kuvvetli suç belirtisinin bulunması, Anayasa’da öngörülen sınırlama sebeplerinin mevcut olması ve ölçülülük ilkesine uygunluk kriterleri bakımından bir değerlendirme yapılması gerektiğini kabul etmiştir.

Bu çerçevede somut olay incelendiğinde başvuruya konu tedbirin dayanağını oluşturan suçlamaların temelinde İnsan Hakları Anıtı önündeki oturma ve açlık grevinde bulunma eylemleri olduğu görülmektedir. Soruşturma mercileri, bu eylemlerin esasen DHKP/C terör örgütünün emir ve talimatları doğrultusunda örgütün amacına hizmet etmek ve propagandasını yapmak amacıyla gerçekleştirildiğini ileri sürmektedir. Bu bağlamda DHKP/C ile bağlantılı olduğu değerlendirilen oluşumların faaliyetlerine, bu eylemlerin DHKP/C terör örgütünün yayın organları tarafından sahiplenilmesine, bu kapsamda bir dergide, internet üzerinden yayın yapan bir televizyon kanalında ve sosyal medya hesaplarında açıklamalar yapılmasına ve mesajlar paylaşılmasına, ayrıca bazı gösterilerde pankartlar taşınmasına değinilmiştir. Yine başvurucunun gözaltına alındığı sırada söylediği belirtilen bazı sözlerin de anılan terör örgütüyle bağlantılı olduğu değerlendirilen bir sosyal medya hesabında yayımlanmasına dikkat çekilmiştir.

Belirli koşullarda ifade özgürlüğünün görünümlerinden biri olarak kabul edilebilecek olan oturma veya açlık grevinde bulunma eylemlerinin başlı başına bir suç konusu edilmemesi gerektiği açıktır. Bununla birlikte bu eylemlerin icra edilmesinin terörle bağlantılı bir faaliyet olduğuna ilişkin olguların bulunması ya da eylemler sırasında terör örgütünün cebir, şiddet ve tehdit içeren yöntemlerine yönelik övgü, meşrulaştırma ya da teşvik etme niteliğinde davranışlar sergilenmesi durumunda bu tür faaliyetlerin suç olarak değerlendirilmesi söz konusu olabilir.

Bu bağlamda başvurucunun oturma ve açlık grevine gitme eylemlerini örgütsel bir ilişki içinde gerçekleştirdiğine veya bunun başvurucu bakımından örgütsel bir tavır olarak sergilendiğine yönelik olarak soruşturma belgelerinde somut bir olguya veya tespite yer verilmemiştir. Ayrıca suçlamaya dayanak olarak gösterilen yayın ve açıklamaların yapılmasına başvurucunun ne şekilde bir katılımının olduğu da belirtilmemiştir.

Başvurucu anılan oturma eylemine katılmasının kendisinin ve eşinin kamu görevinden çıkarılması dolayısıyla gerçekleştiğini, bu eylemlere temel olarak eşine destek olma amacıyla katıldığını, bunu bir hak arama yolu olarak seçtiğini, eşinin tutuklanması üzerine bu kez kendisinin de açlık grevine başladığını ifade etmektedir. Somut olayın koşullarında başvurucunun eylemleri değerlendirilirken olayların başvurucunun ifadesinde yer alan ve soruşturma mercilerince değinilen bu gelişiminin göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Bu çerçevede soruşturma mercilerince yapılan tespitlere göre de başvurucu, eşinin açlık grevine başlaması üzerine oturma eylemine iştirak etmiş; açlık grevine ise eşinin tutuklanmasıyla birlikte başlamıştır.

Diğer taraftan başvurucunun gözaltına alınırken sarf ettiği belirtilen “Açlık grevinde olduğum için gözaltına alındım, yolda yürürken gözaltına alındım. Bunlara boyun eğmeyeceğim, direnişe devam edeceğim.” şeklindeki sözlerin içeriği itibarıyla şiddeti, terörü veya ayaklanmayı meşru gösteren veya öven bir yönünün bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Bu sözlerin DHKP/C ile bağlantılı olduğu belirtilen bir sosyal medya hesabında yayımlanmasında başvurucunun ne şekilde bir etkisinin olduğu soruşturma belgelerinde açıklanmamıştır.

Bu itibarla eldeki belgelere göre suç işlediğine dair kuvvetli belirtiler ortaya konulmadan başvurucu hakkında konutu terk etmeme tedbirinin uygulandığı sonucuna varılmış; bu nedenle Anayasa’nın 19. maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir….”

Av. Hüsna GÜNDÜZ

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır. 

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453

ANONİM ŞİRKETLERDE BİLGİ ALMA VE İNCELEME HAKKI İLE ÖZEL DENETİM HAKKI NEDİR ?

Sermaye şirketleri, temeli sermaye ve bu sermayenin yönetiminden alan, sermayeye katılım oranlarına göre ortakların hak sahibi olduğu ancak şirketteki paylarının kişisel olmadığı şirket türü olarak tanımlanabilir. Anonim şirketler ise sermayesi ortak tarafından taahhüt edilmiş ve paylara bölünmüş olan, tüzel kişiliği haiz, borçlarından dolayı kendi mal varlığıyla sorumlu bulunan şirket veya ortaklık  olarak tanımlanabilir. Anonim şirketler de bir sermaye şirketidir. Bilgi alma ve inceleme hakkı ile özel denetim hakkı sadece anonim şirketlerde değil diğer ortaklılarda da önem arz eden bir husustur. Bu yazımızda bir sermaye şirketi olan anonim şirket özelinde pay sahibinin bilgi alma ve inceleme hakkı ile özel denetim hakkı genel olarak ele alınıp açıklanmaya çalışılmıştır.

I -) ANONİM ŞİRKETLERDE BİLGİ ALMA VE İNCELEME HAKKI

A-) BİLGİ ALMA HAKKI

Anonim şirketlerde pay sahibinin genel olarak  şirket hakkında, şirketin genel ilerleyişi, mali  ve idari durumu gibi hususlar  hakkında bilgi alma ve inceleme hakkı bulunmaktadır. İlk olarak bilgi alma hakkına değinecek olursak; Bilgi alma hakkı  bizzat Türk Ticaret Kanunu’nun 437. Maddesinden doğmaktadır. Anılan maddeye göre Anonim şirketlerde pay sahipleri, şirket nezdindeki sermayelerinden ve pay oranlarından bağımsız olarak, şirkete yaptıkları yatırımla ilgili olarak doğru kararı verebilmeleri için şirketin ekonomik durumu ve faaliyetleri ile ilgili bilgi sahibi olma hakkına haizdir. Bilgi alma hakkı genel kuruldan önce bilgi alma, genel kurul sırasında bilgi alma ve genel kuruldan sonra bilgi alma şeklinde tasniflendirilebilir.  Pay sahipleri şirkete ait finansal tablolar, faaliyet raporları başta olmak üzere denetim raporlarını, kar dağıtım önerilerini genel kurul toplantısından en az 15  gün önceden inceleme hakkına sahiptir. Her pay sahibi, gideri şirkete ait olmak üzere gelir tablosuyla bilançonun bir suretini isteme hakkına sahiptir. 

Bilgi alma hakkı anonim şirketlerde hesap verebilir ve şeffaf bir işleyişin kurulmasına yardımcı olur. Bu doğrultuda bilgi alma hakkı TTK kapsamında anonim şirketin temel yapısına ilişkin bir hak olarak kabul edilir ve pay sahiplerinin bu hakkı etkin kullanımına hizmet edecek düzenlemelerle korunur. Ancak burada belirtmek isteriz ki bilgi alma hakkı sınırsız bir hak değildir. TTK m. 437/3’e göre, “Bilgi verilmesi, sadece, istenilen bilgi verildiği takdirde şirket sırlarının açıklanacağı veya korunması gereken diğer şirket menfaatlerinin tehlikeye girebileceği gerekçesi ile reddedilebilir”. Öğretiye göre genel olarak anonim şirketin rekabet gücünü azaltacak ve açıklanması ya da kullanılması halinde şirkete zarar verecek bilgiler sır olarak kabul edilebilir. Yani böyle bir durumda şirket bilgi vermekten kaçınabilir.

B-) İNCELEME HAKKI

Yine pay sahibine tanınan bir diğer hak ise inceleme hakkıdır. Pay sahibi şirket defterlerini ve yazışmalarını inceleme hakkına sahiptir. TTK m. 437/4’e göre, “Şirketin ticari defterleriyle yazışmalarının, pay sahibinin sorusunu ilgilendiren kısımlarının incelenebilmesi için, genel kurulun açık izni veya yönetim kurulunun bu hususta kararı gerekir. İzin alındığı takdirde inceleme bir uzman aracılığıyla da yapılabilir”. İnceleme hakkı, pay sahibinin açık talebi üzerine, kendisini veya vekili tarafından bizzat yapılacak inceleme sonucu bilgi sahibi olmasını sağlamaya yönelik, paya bağlı ve kanundan doğan bilgi alma hakkını tamamlayan ve destekleyen nitelikte bir haktır. İnceleme hakkı, genel kurulda kullanılan bilgi alma hakkına bağlı olmayıp, her pay sahibine tanınan bağımsız, bireysel bir haktır. Pay sahibi inceleme hakkı kapsamında, kanun gereği pay sahiplerinin incelemesine hazır tutulan bilanço ve kar-zarar hesabı yanında, işletme defterini, envanter defterini, şirketin tutmakla yükümlü olduğu tüm defterleri, tutulması ihtiyari olan defterleri, dayanak belgeleri, yazışmaları, maaş bordrolarını, makbuzları, elektronik veri saklama ortamları ve cihazlarını, şirketin yönetimi ve genel durumu hakkında fikir sahibi olmaya yarayacak tüm belgeleri talep edebilir

Bilgi alma ve inceleme hakkı pay sahibi açısından önemli bir haktır. Bu hak bizzat kanun tarafından korunmuş ve haksız bilgi alma taleplerinin reddi halinde bilgi alma ve inceleme davası açılabileceğini düzenlemiştir. TTK  madde 437/5 gereği bilgi alma veya inceleme istemleri cevapsız bırakılan, haksız olarak reddedilen, ertelenen ve bu fıkra anlamında bilgi alamayan pay sahibi, reddi izleyen on gün içinde, diğer hâllerde de makul bir süre sonra şirketin merkezinin bulunduğu asliye ticaret mahkemesine başvurabilir. Yine TTK madde 437/6 gereği bilgi alma ve inceleme hakkı, esas sözleşmeyle ve şirket organlarından birinin kararıyla kaldırılamaz ve sınırlandırılamaz. Ayrıca pay sahibinin TTK madde  438  gereği özel denetim isteme hakkı saklıdır.

II-) ANONİM ŞİRKETLERDE ÖZEL DENETİM HAKKI

A-) GENEL OLARAK ÖZEL DENETİM HAKKI

Anonim şirketlerde pay sahibi, bazı koşullar sağlandığında özel denetçi atanarak bir konunun açıklığa kavuşturulmasını talep edebilir. Esasen özel denetim hakkı Türk Ticaret Kanununun 437. Maddesinde düzenlenen bilgi alma ve inceleme hakkının bir uzantısı mahiyetindedir. Nitekim kanunda da art arda ele alınmıştır. Özel denetim, Türk Ticaret Kanununun 438. ve 444. Maddeleri arasında düzenlenmiş olup pay sahibinin haklarını kullanabilmesi açısından gerekli olan belirli olayları aydınlatmak amacıyla, bir ya da daha fazla pay sahibinin istemi üzerine gerçekleştirilen ve periyodik olmayan denetim şeklinde tanımlanabilir.

Pay sahibinin özel denetim talebinde bulunabilmesi için bir takım şartların gerçekleşmesi gerekmektedir. Pay sahibinin özel denetim talebinde bulunabilmesinin ön şartı, daha öncesinde bilgi alma ve inceleme hakkını kullanmış olmasıdır. ( TTK m. 438/1) Bu husus özel denetim isteyebilmenin ön şartıdır. Bir de bazı maddi şartlar bulunmaktadır: Özel denetim talebinin maddi şartlarından ilki, pay sahipliğinin pay sahipliğinden doğan hakların özellikle de oy hakkının kullanılabilmesi bakımından gerekli olmasıdır. Yani, pay sahibi özel denetim faaliyeti sonucunda pay sahipliği haklarından birini kullanmayacaksa, özel denetim talebinde bulunamaz. Burada pay sahibinin kötü niyetli olarak hareket etmesinin önüne geçilmesi amaçlanmıştır. Özel denetimin maddi şartlarından bir diğeri ise, özel denetimin “belirli” konuları aydınlatma amacını taşımasıdır. Ayrıca özel denetim talebinin her pay sahibi tarafından genel kurul toplantısı sırasında talep edilmesi gerekmektedir. Genel kurul istemi onaylarsa, şirket veya her bir pay sahibi otuz gün içinde, şirket merkezinin bulunduğu yerdeki asliye ticaret mahkemesinden bir özel denetçi atanmasını isteyebilir. ( TTK m. 438/2)

B-) ÖZEL DENETÇİ TAYİNİ DAVASI

 Genel kurulun özel denetim istemini reddetmesi hâlinde ise, normal anonim şirketlerde sermayenin en az onda birini, halka açık anonim şirketlerde sermayenin yirmide birini oluşturan pay sahipleri veya paylarının itibarî değeri toplamı en az bir milyon Türk Lirası olan pay sahipleri üç ay içinde şirket merkezinin bulunduğu yer asliye ticaret mahkemesinden özel denetçi atamasını isteyebilir. ( TTK m. 439) Ancak burada belirtmek gerekir ki denetim talebinin reddedilmesi başlı başına özel denetçi atanması talepli davanın kabul edilmesine sebebiyet vermeyecektir. Davacıların, kurucuların veya şirket organlarının, kanunu veya esas sözleşmeyi ihlal ederek, şirketi veya pay sahiplerini zarara uğrattıklarını, ikna edici bir şekilde ortaya koymaları hâlinde dava kabul edilmelidir. ( TTK m. 439/2) Mahkeme, istemi kabul etmesi halinde bir veya birden fazla denetçinin atanmasına karar verebilir.

C-) ÖZEL DENETÇİ TAYİNİ DAVASINDA GÖREVLİ VE YETKİLİ MAHKEME

TTK m. 439 gereği özel denetçi tayini davasında görevli mahkeme Asliye Ticaret Mahkemesidir. Yetkili mahkeme ise şirketin merkezinin bulunduğu yer mahkemesidir.

D-) ÖZEL DENETÇİNİN GÖREV KAPSAMI VE GÖREV ŞEKLİ

TTK m. 441 özel denetçinin görevini ne şekilde yapmasını düzenlemiştir. Anılan maddeye göre Özel denetim, amaca yararlı bir süre içinde ve şirket işleri gereksiz yere aksatılmaksızın yapılmalıdır. Yine aynı maddeye göre kurucular, organlar, vekiller, çalışanlar, kayyımlar ve tasfiye memurları önemli olgular konusunda özel denetçiye bilgi vermekle yükümlüdür. Uyuşmazlık oluşması halinde konu hakkında mahkeme karar verir ve mahkemenin verdiği karar kesindir. Özel denetçinin hazırlamış olduğu rapor mahkeme tarafından şirkete tebliğ edilir ve raporun şirket sırlarını ifşa edip etmediği hususunda şirketten beyanda bulunmasını istenir. Rapor, yönetim kurulunca ilk genel kurulda kurula sunulur. Her pay sahibi, genel kurul toplantısını izleyen bir yıllık süre içinde şirketten raporun ve yönetim kurulunun görüşünün bir suretinin verilmesini isteyebilir.

E-) ÖZEL DENETİM SÜRECİNİN GİDERLERİ

TTK m. 444  denetçi atama ve rapor sürecinin  giderlerini düzenlemiştir. Anılan maddeye göre Mahkeme, özel denetçi atanmasını kabul etmişse, şirketçe ödenmesi gereken avansı ve giderleri belirtir. Özel hâl ve şartların haklı göstermesi hâlinde giderler kısmen veya tamamen istem sahiplerine yükletilebilir. Eğer özel denetçi atama istemi direkt genel kurulda kabul edilmişse bu giderlere şirket katlanır.

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır.

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453

ADLİ KONTROL

Bu yazımızda, Ceza Muhakemesi Kanunu‘ndaki koruma tedbirlerinden biri olan “adli kontrol” tedbirini inceleyeceğiz.

I-) NEDİR?

Bu tedbir CMK m. 109’da düzenlenmiştir. Maddenin birinci ve ikinci fıkralarına bakacak olursak:

(1) Bir suç sebebiyle yürütülen soruşturmada, 100 üncü maddede belirtilen tutuklama sebeplerinin varlığı halinde, şüphelinin tutuklanması yerine adlî kontrol altına alınmasına karar verilebilir.

(2) Kanunda tutuklama yasağı öngörülen hallerde de, adlî kontrole ilişkin hükümler uygulanabilir.

Birinci fıkradan da anlaşılacağı üzere kanunun 100. maddesinde belirtilen ve tutuklama kararı verilebilmesi için gerekli olan sebeplerin varlığı halinde hakimlere takdir yetkisi tanınmıştır. Böyle bir durumda hakim, tutuklama kararı vermek yerinde adli kontrol tedbiri uygulanmasına hükmedebilecektir. 100. maddede belirtilen sebepler ise “kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin” bulunmasıdır. Tutuklama nedenleri ise şunlardır:

  • Şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olguların bulunması,
  • Şüpheli veya sanığın davranışlarının delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme; tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma hususlarında kuvvetli şüphe oluşturması.

Yukarıdaki sebeplerin varlığı halinde hakimlerce tutuklama yerine adli kontrol tedbiri uygulanmasına karar verilebilmektedir.

II-) ADLİ KONTROL TEDBİRLERİ

Hakimlik veya mahkemece hakkında adli kontrol tedbiri uygulanan kişi birtakım yükümlülüklere tabi tutulmaktadır. Bu yükümlülükler adli kontrol kararında gerekçeleriyle birlikte yazılmalıdır. Kanunda belirtilen yükümlülükler şunlardır:

CMK m. 109/3:

Adlî kontrol, şüphelinin aşağıda gösterilen bir veya birden fazla yükümlülüğe tabi tutulmasını içerir:

a) Yurt dışına çıkamamak.

b) Hâkim tarafından belirlenen yerlere, belirtilen süreler içinde düzenli olarak başvurmak.

c) Hâkimin belirttiği merci veya kişilerin çağrılarına ve gerektiğinde meslekî uğraşlarına ilişkin veya eğitime devam konularındaki kontrol tedbirlerine uymak.

d) Her türlü taşıtları veya bunlardan bazılarını kullanamamak ve gerektiğinde kaleme, makbuz karşılığında sürücü belgesini teslim etmek.

e) Özellikle uyuşturucu, uyarıcı veya uçucu maddeler ile alkol bağımlılığından arınmak amacıyla, hastaneye yatmak dahil, tedavi veya muayene tedbirlerine tâbi olmak ve bunları kabul etmek.

f) Şüphelinin parasal durumu göz önünde bulundurularak, miktarı ve bir defada veya birden çok taksitlerle ödeme süreleri, Cumhuriyet savcısının isteği üzerine hâkimce belirlenecek bir güvence miktarını yatırmak.

g) Silâh bulunduramamak veya taşıyamamak, gerektiğinde sahip olunan silâhları makbuz karşılığında adlî emanete teslim etmek.

h) Cumhuriyet savcısının istemi üzerine hâkim tarafından miktarı ve ödeme süresi belirlenecek parayı suç mağdurunun haklarını güvence altına almak üzere aynî veya kişisel güvenceye bağlamak.

i) Aile yükümlülüklerini yerine getireceğine ve adlî kararlar gereğince ödemeye mahkûm edildiği nafakayı düzenli olarak ödeyeceğine dair güvence vermek.

j) Konutunu terk etmemek.

k) Belirli bir yerleşim bölgesini terk etmemek.

l) Belirlenen yer veya bölgelere gitmemek.

III-) ADLİ KONTROLÜN SÜRESİ

Adli kontrol tedbiri de diğer bütün tedbirler gibi belli bir süreye tabi kılınmıştır. CMK m. 110/A’ya göre:

(1) Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde adli kontrol süresi en çok iki yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hâllerde gerekçesi gösterilerek bir yıl daha uzatılabilir. (NOT: Yani ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde adli kontrol süresi uzatmayla beraber en çok üç yıldır.)

(2) Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, adli kontrol süresi en çok üç yıldır. Bu süre, zorunlu hâllerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı, Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar ile Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlarda dört yılı geçemez. (NOT: Yani ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde adli kontrol süresi uzatmayla beraber altı yıl, katalog suçların varlığı halinde ise yedi yıldır.)

(3) Bu maddede öngörülen adli kontrol süreleri, çocuklar bakımından yarı oranında uygulanır.

IV-) ADLİ KONTROL KARARINA İTİRAZ

Adli kontrol uygulanmasına karar verildikten sonra her aşamada şüpheli veya sanığın istemi üzerine ve Cumhuriyet savcısının görüşü alındıktan sonra hakim veya mahkemece beş gün içinde karar verilir. Ayrıca adli kontrol tedbirine ilişin her karara itiraz edilebilir. İtiraz süresi karar tarihinden itibaren iki haftadır.

Şüpheli veya sanığın adli kontrol yükümlülüğünün devamının gerekip gerekmeyeceği hususunda en geç dört aylık aralıklarla; soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hâkimi, kovuşturma evresinde ise re’sen mahkeme tarafından 109’uncu madde hükümleri göz önünde bulundurularak karar verilir. (m. 110/4)

V-) TEDBİRLERE UYULMAMASI HALİNDE NE OLUR?

Adli kontrol kararı verildikten sonra şüpheli veya sanık tarafından tedbirlere uyulmaması halinde ne olacağı kanunun 112. maddesinde düzenlenmiştir:

(1) Adlî kontrol hükümlerini isteyerek yerine getirmeyen şüpheli veya sanık hakkında, hükmedilebilecek hapis cezasının süresi ne olursa olsun, yetkili yargı mercii hemen tutuklama kararı verebilir. Hakkında mahkûmiyet hükmü verilmiş ve bu hükümle ilgili olarak istinaf veya temyiz kanun yoluna başvurulmuş olması hâlinde, UYAP kayıtlarını incelemek suretiyle hükmü veren ilk derece mahkemesi de tutuklama kararı verebilir.

(2) Birinci fıkra hükmü, azami tutukluluk süresinin dolması nedeniyle verilen adli kontrol tedbirinin ihlali hâlinde de uygulanabilir. Ancak, bu durumda tutuklama süresi ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde dokuz aydan, diğer işlerde iki aydan fazla olamaz.

VI-) YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

“…Yargılama sürecindeki işlemlerin kanuna uygun olarak yapıldığı, aşamalarda ileri sürülen iddia ve savunmaların toplanan tüm delillerle birlikte gerekçeli kararda gösterilip tartışıldığı, eylemlerin sanıklar tarafından gerçekleştirildiğinin saptandığı, vicdanî kanının dosya içindeki belge ve bilgilerle uyumlu olarak kesin verilere dayandırıldığı, eylemlere uyan suç tipi ile aşağıda belirtilenler dışında yaptırımların doğru biçimde belirlendiği anlaşıldığından yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddine, ancak;

1 – Tüm dosya kapsamına göre; haklarında kullanmak için uyuşturucu madde bulundurma suçundan ayrı soruşturma yürütülen … ve …’nin birlikte kullanmak amacı ile sanıkların yanlarına gittikleri ve …’nın sanıklardan uyuşturucu madde temin ettiği ve bu eylemin tek suç oluşturduğunun anlaşılması karşısında sanıklar hakkında TCK’nın 43. maddesinde öngörülen “zincirleme suç” hükümlerinin uygulanması suretiyle fazla ceza tayin edilmesi,

2 – Sanıklar hakkında,TCK’nın 188/3,188/4,188/5 maddeleri uyarınca verilen 22 yıl 6 ay hapis cezasının, TCK’nın 43.maddesi gereğince 1/4 oranında artırılması sonucunda “27 yıl 13 ay 15 gün” hapis yerine “28 yıl 10 ay 15 gün” hapis cezası olarak belirlenmesi,

3 – Tekerrüre esas alınan Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 22/11/2007 tarihli 2007/201 esas ve 2007/355 karar sayılı ilamı ile verilen “6.000 TL” adli para cezası, kullanmak için uyuşturucu madde bulundurma suçuna ilişkin olup; karar tarihinden sonra 6545 sayılı Kanun’la TCK’nın 191. maddesinde değişiklik yapılmış olması karşısında ve koşullarının oluşması durumunda, “hükmün açıklanmasının geri bırakılması” ve “davanın düşmesi” seçeneklerine de yer verilmesi nedeniyle, tekerrüre esas alınan ilamla ilgili olarak yasal değişiklik sonrası uyarlama işlemi yapılarak tekerrür hükümlerinin uygulanıp uygulanmayacağı gerektiğinin gözetilmemesi,

Kanuna aykırı, sanık müdafileri ile sanıklar … ve …’un temyiz itirazları bu nedenle yerinde görüldüğünden, resen de temyize tabi olan hükmün BOZULMASINA, tutuklama koşullarında değişiklik olmaması ve tutuklu kalınan süre göz önüne alınarak sanık … hakkındaki salıverilme talebinin reddine; Adli Tıp Kurumu’nun 09/01/2017 tarihli raporu uyarınca “maruz kaldığı ağır hastalık nedeni ile hayatını yalnız idame ettiremeyeceği” ve toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmadığı anlaşılan sanık …’in CMK’nın 109/3 – b maddesi gereğince “yerleşim yerinin bulunduğu kolluk birimine hafta da bir gün imza atmasına” şeklinde adli kontrol altına alınarak SALIVERİLMESİNE, başka bir suçtan hükümlü ya da tutuklu bulunmadığı takdirde salıverilmesinin sağlanması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na yazı yazılmasına, adli kontrol kapsamında sanık salıverildikten sonra, belirtilen adli kontrol tedbirlerinin uygulanması konusunda gereğinin yapılması için ilgili Cumhuriyet Başsavcılına yazı yazılmasına, adli kontrol tedbirine ilişkin karara karşı, sanık ve müdafii ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının, CMK’nın 111. maddesinin 2. fıkrası ile kıyasen uygulanması gereken CMK’nın 268/3 – c maddesi gereğince, kararı öğrendikleri tarihten itibaren 7 gün içinde Dairemize verilecek dilekçe ile veya zabıt katibine beyanda bulunmak suretiyle itiraz edebileceklerine, 25/04/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi…” (Yargıtay 20. Ceza Dairesi, E. 2016/2261, K. 2017/2591)

“…Adli kontrol koruma tedbiri nedeniyle açılan tazminat davasında, davacının durumunun Ceza Muhakemesi Kanuna göre değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira koruma tedbirleri nedeniyle tazminat istemini düzenleyen Ceza Muhakemesi Kanununun 141/1. maddesi tazminat ödenmesini kabul ettiği tedbir işlemlerini şu şekilde göstermiştir.

Bunlar:

a- Yakalama

b- Tutuklama

c- Arama

d- El koyma

e- Kanuni gözaltı süresi içinde hakim önüne çıkarılmama,

f- Yakalama veya tutuklama işlemine karşı kanunda öngörülen başvuru imkanlarından yararlandırılmama,

Fıkradaki açık düzenlemelerden de anlaşılacağı üzere, adli kontrol, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi, gizli soruşturmacı ve teknik araçlarla izleme gibi koruma tedbirleri için tazminat ödenmesi kabul edilmemiştir.

Bununla beraber, somut olayda hakkında 9 yıl 1 ay 16 gün (3331 gün) süre ile uygulanan yurt dışı çıkış yasağı adli kontrol tedbirinden dolayı davacının (sanığın) manevi olarak zarar gördüğü ve görmesi hayatın olağan akışına göre, tartışmasız ve aşikardır.

Genel olarak tutuklama sanığın yargılamada hazır bulunmasını, maddi gerçeğin araştırılmasını temin etmek veya yargılama neticesinde verilecek cezanın infazını sağlamak amacıyla başvurulan bir koruma tedbirdir. Bazı durumlarda tutuklama koruma tedbiri ile ulaşılabilecek sonuçlara daha hafif tedbirler yoluyla da ulaşılmak mümkündür. Adli kontrol tedbiri de uygulamada genel olarak sıkça başvurulan bu tedbirlerden bir tanesidir. 5271 sayılı CMK’nın 109 ve devamı maddelerinde tutuklama tedbirinin oranlılık (ölçülülük) kriteri çerçevesinde (CMK’nın 101/1. vd) uygulamasını sağlamak amacıyla tutuklama koruma tedbirine alternatif bir koruma tedbiri olarak düzenlenen adli kontrol kurumu ile kişi özgürlüğünün en az şekilde sınırlandırılması yoluyla tutuklamanın sonuçlarına ulaşılması amaçlanmıştır. Kısaca, adli kontrolün amacı tutuklama koruma tedbirinde de genel olarak öngörülen, şüpheli veya sanığın kaçmasını, saklanmasını veya delilleri karartmasını önlemek, tanık ve mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişimine engel olmak ve yargılamanın sağlıklı şekilde yapılmasını sağlamaktır. Tutuklama koruma tedbiri yönünden, başvurulan bu tedbirin ne kadar süreceği konusunda yasada azami bir kısım süreler belirlenmesine karşın, kanunda adli kontrol tedbirinin uygulanması açısından her ne kadar bir üst sınır belirtilmemiş ise de, bir koruma tedbiri olması nedeniyle, adli kontrol tedbiri de geçici olup, bunu haklı kılan şartlar ortadan kalkınca bu tedbirin de kaldırılması gerektiği kuşkusuzdur. Zira burada amaç, kural olarak kişi hürriyetini tam manasıyla sınırlandırmamak suretiyle veya daha geniş bir ifade ile kişinin belirlenen yükümlere uymak kaydıyla toplumsal ve bireysel yaşamını olağan şekilde sürdürmesine olanak sağlanmasıdır. Bu kapsamda tazminat talebine konu edilen dava konusu somut olayda, davacı hakkında uygulanan adli kontrolün Anayasanın 13. maddesinde öngörülen temel hakların sınırlandırılmasında geçerli olan ölçülülük ilkesinin ihlal edildiği anlaşılmaktadır. Ölçülülük ilkesi, genel bir ilke olup, adli kontrol tedbiri kapsamında yer alan yükümler açısından da geçerli olan bir ilkedir. Adli kontrol kararının verildiği hallerde, tutuklama kararının niteliğine ve somut olayın koşullarına göre; şüpheli veya sanık, birey hak ve özgürlüklerine en az müdahaleyi gerektiren yükümlere ve soruşturma ve kovuşturma konusu suçun niteliğine uygun düşen tedbirlere tabi kılınmalıdır. Kısaca ölçülülük ilkesi, temel hak ve özgürlüklere müdahale söz konusu olduğunda sınırlamada başvurulan aracın, amacı gerçekleştirmeye yetecek ölçüde olmasını gerektirir.

Tüm açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde, davacı hakkında uygulanan adli kontrol tedbiri nedeniyle oluştuğu anlaşılan zararın CMK’nın 141/1. maddesi kapsamında açıkça lafzi olarak belirtilmediği, ancak 18.06.2014 tarih ve 6546 sayılı Kanunun 70. maddesiyle CMK’nın 141. maddesine eklenen 3. fıkradaki “Birinci fıkrada yazan hâller dışında, suç soruşturması veya kovuşturması sırasında kişisel kusur, haksız fiil veya diğer sorumluluk hâlleri de dâhil olmak üzere hâkimler ve Cumhuriyet savcılarının verdikleri kararlar veya yaptıkları işlemler nedeniyle tazminat davaları ancak Devlet aleyhine açılabilir” şeklindeki düzenleme nazara alındığında, davacı (sanık) hakkında uzun süre uygulanan adli kontrol tedbiri açısından tutuklama ile serbest bırakma arasında düşünülen ve serbest bırakmanın oluşturabileceği zararları gidermek için uygulanan adli kontrolün bir aşamadan sonra seyahat özgürlüğünün sınırlandırıldığı, bu sınırlama ile kişi özgürlüğünün kısıtlanması olan tutuklama ile arasında bir derece ve yoğunluk farkı olduğu, davacıya uygulanan tedbirin seyahat özgürlüğünü kısıtlama tedbirini aştığı ve davacıyı özgürlükten yoksun bıraktığı, oranlılık ilkesinin ihlal edildiği, kanun ile belirlenen amacın dışına çıkıldığı ve uygulanan tedbirin ölçüsüz hale geldiğinin anlaşılması karşısında, davacı hakkında ilk kararın verildiği 23.02.2006 tarihinden sonra uygulanmaya devam edilen adli kontrol tedbiri nedeniyle davacı yararına (hak ve nasafet ilkelerine uygun) makul oranda manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile davacı lehine eksik manevi tazminata hükmedilmesi, bozma nedenidir…” (Yargıtay 12. Ceza Dairesi, E. 2021/4879, K. 2022/9807)

“…5271 sayılı Kanun’un 103/2. maddesi gereğince soruşturma evresinde şüphelinin işlediği iddia olunan suç nedeni ile kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmesi halinde adli kontrol kararının kendiliğinden sona ereceği hüküm altına alındığından, usul hükümlerinde kıyasın mümkün olduğuna ilişkin genel hukuk kaidesinden hareketle kovuşturmanın beraat, mahkumiyet, düşme vb. bir kararla sona ermesi halinde de adli kontrol tedbirinin kendiliğinden sona ereceğinin kabulü zorunludur…” (Yargıtay 1. Ceza Dairesi, E. 2016/3193, K. 2016/2613)

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır. 

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453

MALPRAKTİS DAVASI

I-) MALPRAKTİS DAVASI NEDİR?

Malpraktis davası, sağlık profesyonellerine karşı açılan ve bir sağlık hatasının veya ihmalinin, hastanın zararına yol açtığını ispat etmeye yönelik bir davadır. Bu davalar, genellikle kişinin sağlığı üzerinde kalıcı etkiler bırakacak sonuçlar doğurmuşsa,

mağduriyetin tazmin edilmesini hedefler.

A-) Malpraktis Türleri

Malpraktis davaları, sağlık profesyonelinin hatalı davranışına bağlı olarak farklı kategorilere ayrılabilir. Bu tür davaların en yaygın türleri şunlardır:

  • Hatalı Tedavi (Misdiagnosis): Sağlık çalışanının yanlış teşhis koyması ve buna bağlı olarak yanlış tedavi uygulanması.
  • Cerrahi Hatalar: Ameliyat sırasında yapılan hatalar, örneğin yanlış bölgeye müdahale etme veya cerrahi prosedürlerde dikkatsizlik.
  • İlaç Hataları: Yanlış ilaç verilmesi ya da ilaç dozajı hataları, hastanın sağlık durumu üzerinde olumsuz etkiler yaratabilir.
  • Doğum Hataları: Doğum sırasında yapılan yanlış müdahaleler hem anne hem de bebeğin sağlığını tehlikeye atabilir.

Bu dava türü doğrudan tek bir kanunda düzenlenmiş bir dava türü değildir. Malpraktis davaları hem medeni hukuk hem de ceza hukuku açısından farklı düzenlemelere tabidir. Türk Borçlar Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Türk Medeni Kanunu ve sağlıkla ilgili diğer düzenlemeler, malpraktis nedeniyle açılacak davalarda temel hukuki çerçeveyi oluşturur.

B-) Vekalet Sözleşmesinin Özel ve Kamu Hastanelerine Göre Farklılıkları

Hekim ve hasta arasındaki ilişki, çeşitli hukuki görüşlere göre farklı şekillerde nitelendirilebilmektedir, ancak baskın görüş, bu ilişkinin “vekalet sözleşmesi” olduğu yönündedir. Yargıtay’ın yerleşik kararları da bu doğrultudadır. Dolayısıyla, tedavi sırasında hekim hatası nedeniyle zarar gören hastanın açacağı tazminat davasında, sözleşmeye aykırılık hükümleri uygulanacaktır. Ancak, burada hastanenin türüne göre bir ayrım yapmanın önemi bulunmaktadır.

Eğer hastanın başvurduğu sağlık kurumu özel bir hastane ise, hasta ile hastane arasında bir “hasta kabul sözleşmesi” kurulmuş olacaktır. Bu sözleşme, hastanın tedavi için hastaneye kabul edilmesiyle birlikte geçerlilik kazanır. Özel hastanelerde hekim, kendi adına değil, hastane adına tedavi hizmeti sunar ve bu durumda hekim, Türk Borçlar Kanunu (TBK) madde 116’ya göre yardımcı kişi konumunda yer alır.

Diğer taraftan, hastanın başvurduğu sağlık kurumu bir kamu hastanesi ise, hasta ile hastane arasında doğrudan bir sözleşme ilişkisi söz konusu değildir. Kamu hastanelerinde tedavi gören bir hasta, kamu görevlisi olan hekim tarafından tedavi edilir, ancak burada hasta ile hekim arasında doğrudan bir sözleşme ilişkisi kurulmamakta, bu durum bir “kamu hizmetinden yararlanma” şeklinde değerlendirilmektedir.

Bazı özel durumlarda ise hekim ile hasta arasındaki ilişkiye, Türk Borçlar Kanunu’nun 470. ve devamı maddelerinde düzenlenen eser sözleşmesi hükümleri uygulanabilir. Özellikle estetik tedavi gibi özel tıbbi hizmetler söz konusu olduğunda, bu ilişki eser sözleşmesi çerçevesinde değerlendirilir.

Malpraktis davaları, sağlık profesyonellerinin ve hastaların haklarının belirlenmesinde oldukça karmaşık olabilir. Her dava özgül koşullar ve olaylara dayandığından, zararın boyutunun ve hekimin kusurunun titizlikle incelenmesi gerekir. Bu sebeple, malpraktis davalarında deneyimli bir avukattan hukuki destek almak her zaman en doğru adım olacaktır. Profesyonel bir avukat, davanın seyrini belirleyebilir ve en güçlü hukuki stratejiyi geliştirebilir, böylece tazminat talebinde bulunmak için en etkili yolları bulabilir.

II-) MALPRAKTİS DAVASI USUL ŞARTLARI NELERDİR?

Malpraktis davası açabilmek için belirli usul şartlarının yerine getirilmesi gerekir. Bu şartlar davanın doğru ve yerinde açılmasını sağlar.

A-) Görevli ve Yetkili Mahkeme

Malpraktis davalarında yetkili mahkeme, esasen davanın açıldığı yerin mahkemesi olmalıdır. Ancak, eğer davacı, malpraktis sonucu zarar gören hasta, bir başka şehirde yaşıyor ancak hizmeti başka bir şehirde alıyorsa, hastanın ikametgahının bulunduğu yer mahkemesi de yetkili olabilmektedir.

Malpraktis davalarında görevli mahkemeler genellikle Tüketici Mahkemeleri ve İdare Mahkemeleri olsa da tıbbi müdahalede bulunan hekim ile hasta arasındaki ilişkinin hukuki niteliğine göre görevli mahkemeler değişmektedir. Bu sebeple özel durumlar ve farklı yasal düzenlemeler de söz konusu olabileceğinden bu hususa dikkat etmek gerekir.

B-) Davayı Kimler Açabilir?

Malpraktis davasını, genellikle hasta veya hasta yakınları açabilir. Eğer hasta vefat etmişse, mirasçıları dava açma hakkına sahiptir. Ayrıca, hastanın sağlık hizmeti aldığı kurum (hastane, klinik) da, sağlık profesyonelinin hizmeti ile ilgili malpraktis iddialarını araştırabilir.

C-) Süre Şartı

İdare mahkemesinde dava açmadan önce, zararın ve hekim hatasının öğrenilmesini takiben 1 yıl ve her halde 5 yıl içinde ilgili idareye tazminat talebi içeren yazılı başvuruda bulunulması gerekir. Özel hastane veya doktorlara karşı haksız fiil nedeniyle açılacak doktor hatası davaları, zararın ve tazminat yükümlüsünün öğrenilmesini takiben 2 yıl ve her halde fiilin işlendiği tarihten itibaren 10 yıl geçmesiyle birlikte zamanaşımına uğrar. Fakat tazminat hakkı, ceza hukuku düzenlemelerince daha uzun bir zamanaşımı süresi gerektiren bir cezaya neden olan fiilden doğmuşsa, zamanaşımı süresi belirlenirken ceza hukuku hükümleri esas alınır.

III-) MALPRAKTİS DAVASINDA ESASA İLİŞKİN HUSUSLAR

Malpraktis davalarında esas, zararın tazmin edilmesi ve hatalı sağlık hizmetinin sorumluluğunun belirlenmesidir. Bu aşamada, dava konusu olan sağlık hatasının ispatı ve tazminat talepleri öne çıkar.

İspat konusu, malpraktis davalarının en kritik noktalarından biridir. İspat yükü̈ davacının üzerinde olsa da, uzmanlık alanına giren bir mesele olduğu için, konuya dair detaylı bir araştırma ve uzman görüşü gereklidir.

Neler Talep Edilebilir?

  1. Tazminat Talebi: Uğranılan zararın tazmin edilmesi amaçlanır. Bu tazminat, maddi (sağlık giderleri, iş gücü̈ kaybı vb.) ve manevi (acılar, sıkıntılar, psikolojik etkiler) olabilir.
  2. Tedavi ve İyileşme Giderleri: Hastanın tedavi sürecine dair harcamalar da tazminat taleplerine dahil edilebilir. Bu, hastanın sağlık sorunlarının tedavisi için yapılan masrafların karşılanmasını sağlar.
  3. Manevi Tazminat: Hasta ya da yakınları, yaşadıkları psikolojik, ruhsal ve bedensel acı nedeniyle manevi tazminat talep edebilir. Bu tür tazminatlar, mağduriyetin derecesine ve sağlık sorunlarının ağırlığına göre belirlenir.
  4. İleriye Dönük Giderler: Eğer sağlık sorunları kalıcıysa ve hastanın ilerleyen dönemde ek tedavi gerektirecekse, bu giderler de talep edilebilir.

Malpraktis Davası Sonucunda Hangi İhtimaller Söz Konusudur?

  1. Davanın Reddi: Eğer sağlık hizmeti sağlayıcısı hatalı olmadığına dair savunmalar sunarsa veya ispatlanabilir bir ihmal ya da hata söz konusu değilse, dava reddedilebilir.
  2. Tazminat Ödemesi: Eğer malpraktis iddiaları ispatlanırsa, sağlık hizmeti sağlayıcısı veya sağlık kurumu, hastaya tazminat ödemekle yükümlü̈ olabilir.
  3. Sağlık Hizmetinin İyileştirilmesi: Bazen davalar sonucunda, sağlık hizmeti sağlayıcıları, hata veya ihmalin tekrarlanmaması için eğitimler veya uygulama değişiklikleri yapabilir.
  4. Cezaî Sorumluluk: Malpraktis davalarında, sağlık profesyonelinin sorumluluğu yalnızca tazminat ile sınırlı kalmaz. Eğer ihmal veya hata ciddi boyutlara ulaşırsa, cezaî işlem yapılabilir.

IV-) YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi, E. 2016/27901, K. 2019/5767, 06.05.2019

“…Davacı, 12/09/2011 tarihinde sol ayak tabanında ve eklemlerindeki şidetli ağrılar sebebiyle fizik tedavi uzmanı davalı Dr. …’a muayene olduğunu, muayene sonrası eklem yerlerinde kireçlenme ve taban düşmesi olduğunun tespit edildiğini, davalının kireçlenme için ilaç yazdığını, taban düşmesi içinse tabanlık ve fizik tedavi uygulanmasını önerdiğini, ancak sağlık personeli davalı … tarafından yapılan fizik tedavi uygulaması sonrasında topuğunun yandığını, …. bunun üzerine 20/10/2011 tarihinde kasığından alının deri parçasının topuğuna yamalandığını (doku grefti), ameliyattan sonra 20 gün post-op tedavinin sürdüğünü, … 6 ay daha ayağının üstüne basmaması gerektiğinin belirtildiğini, hatalı tıbbı uygulama öncesinde bir şirkette grafiker asistanı olarak çalıştığını, olaydan sonra işe taksiyle gidip gelmek zorunda kaldığını… kariyerinin etkilendiğini, ve kazanç kaybının olduğunu, davalı doktorun yanlış tedavi önerdiği için davalı …’in ise tedaviyi hatalı uyguladığı için sorumlu olduğunu, hastanenin ise istihdam edenini sorumluluğu kapsamında sorumluluğunun bulunduğunu ileri sürerek şimdilik yapılan harcamalar karşılığı …. TL maddi tazminatın çektiği acıların karşılığı olarak da ….. TL manevi tazminatın ..

Mahkemece, davanın kısmen kabulüne, …. TL maddi …. TL manevi tazminatın …. faiziyle birilikte davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline karar verilmiş…”

Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, E. 2023/2982, K. 2024/3055, 14.10.2024

“…İlk Derece Mahkemesince hastaya konulan teşhis nedeniyle beyin kanamasından kaynaklı operasyonun 27.10.2011 tarihinde gerçekleştirildiği, davanın açıldığı 22.12.2021 tarih itibariyle vekalet sözleşmesi hükümleri uyarınca uygulanması gereken 5 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu gerekçesiyle davanın zamanaşımı yönünden reddine karar verilmesi gerekirken, 10 yıllık genel zamanaşımı süresinin geçtiği gerekçesiyle davanın zamanaşımı yönünden reddine karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir.

Ne var ki bu yanlışlığın giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 370 inci maddesinin dördüncü fıkrası hükmü uyarınca, temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının kaldırılması ve İlk Derece Mahkemesi kararının gerekçesinin düzeltilerek onanması gerekir.

VI. KARAR

Açıklanan sebeplerle;

1. Davacının tüm temyiz itirazlarının REDDİNE,

2. Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının ORTADAN KALDIRILMASINA,

3. Temyiz olunan İlk Derece Mahkeme kararının gerekçesinin DÜZELTİLEREK ONANMASINA,

4. Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine,

14.10.2024 tarihinde oy birliğiyle karar verildi…”

Aytekin AKTAŞ & Mihriban Beritan AYGÜN

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır. 

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453

NAFAKA ARTIRIM DAVASI

I-) NEDİR?

Nafaka; boşanma sonucu veya ayrı yaşama durumunda, geçim konusunda yardım etme yükümlülüğü bulunan tarafça çocukların bakımını üstlenen tarafa ödendir. Nafaka türleri genellikle yoksulluk nafakası, iştirak (çocuk) nafakası ve tedbir nafakası olarak sınıflandırılır. Nafaka aratırım davası ise mevcut nafakanın, tarafların ekonomik koşullarındaki değişiklikler nedeniyle artırılması talebiyle açılan bir dava türüdür ve özellikle nafaka alacaklısının haklarının korunmasını amaçlar.

II-) HANGİ DURUMLARDA AÇILIR?

Nafaka arıtırım davaları özellikle şu durumlarda açılabilir:

– Enflasyon ve Ekonomik Zorluklar: Ekonomik koşulların kötüleşmesi ve paranın alım gücünün düşmesi nedeniyle yaşam maliyetinin artması,

– Maddi Koşullardaki Değişiklikler: Nafaka alacaklısının geçim sıkıntısı yaşaması veya nafaka yükümlüsünün gelirinde önemli artış olması,

– Çocukların İhtiyaçları: Çocukların eğitim ve sağlık gibi ihtiyaçlarının artışı veya değişimi,

III-) TÜRLERİNE GÖRE NAFAKA ARTIŞ DURUMU

Evliliğin bitmesiyle beraber eşler -koşullar ve şartlar değerlendirilerek- birbirlerine karşı nafaka sorumluluğu altına girerler. Bu nafaka türleri iştirak nafakası, yoksulluk nafakası veya tedbir nafakası olabilir. Her bir nafaka türü için de nafaka artırım davası açılabilir.

A-) İştirak Nafakası Artırım Davası

Türk Medeni Kanunu m. 182/3 uyarınca velayeti kendisine verilmeyen eş, çocukla kişisel ilişkilerini düzenlemek maksadıyla çocuğun eğitim, sağlık ve sosyal yaşam vs. menfaatlerini gözetmelidir. Velayete sahip olmayan eş, gücü ölçüsünde çocuğun bakım ve eğitim giderlerine katkıda bulunmalıdır. Değişen şartlar neticesinde velayete sahip olan eş, ödenen iştirak nafakasının artırımını talep edebilir. Velayete sahip olan eş iştirak nafakasının artırımını talep ederken değişen şart ve koşulları somut bir şekilde belirtmeli ve ilgili delilleri mahkemeye sunmalıdır.

B-) Yoksulluk Nafakası Artırım Davası

Yoksulluk nafakası, boşanma sonucunda yoksulluğa düşecek taraf daha az kusurluysa diğer tarafın nafaka ödemesi demektir. Paranın değerinde ve tarafların ekonomik durumlarında meydana gelen değişimler, yoksulluk nafakası artırım davasının açılmasına sebep olabilir.

C-) Tedbir Nafakası Artırım Davası

Tedbir nafakası da yukarıda saydığımız diğer nafaka türleri gibi Türk Medeni Kanunu’nda düzenlenmiş bir nafaka çeşididir. Tedbir nafakası için de nafaka artırım davası açılabilir ancak bu nafaka türü, diğer nafakalardan farklı olarak evlilik birliğinin devam ettiği süre içinde talep edilebilir. Uygulamada tedbir nafakası boşanma davası devam ettiği sürece geçici olarak verilir. Tedbir nafakasıyla ilgili bir diğer önemli husus, bu nafakada kusur incelemesi yapılmaz. Eşler birlikte yaşasın ya da yaşamasın, kusur dağılımına bakılmaksızın, evlilik birliği devam ederken ve boşanma sürecinde tedbir nafakası talep edilebilir.

Tedbir nafakası nafaka artırım davasının konusu olabilir ancak bu nafaka, talep eden eşe toplu bir şekilde ödenmişse nafaka artırım davasına konu edilemez.

IV-) DAVA AŞAMASI

A-) Başvuru Süreci

1-) Hazırlık

Başvurunun yapılabilmesi için tarafların nafaka miktarının ayarlanmasına neden olabilecek değişiklikleri somut delillerle desteklemesi gerekir. Bunlar maaş bordroları, başka gelir belgeleri, gider faturaları gibi belgeler olabilir. Nafaka artırım davasında herhangi bir hak düşürücü süre veya zamanaşımı süresi bulunmamaktadır. Nafaka alan eş koşullar bulunduğu sürece nafaka artırım davası açabilir. Nafaka artırım davasının reddedilmesi halinde tekrar nafaka davası açılması da mümkündür.

2-) Görevli ve Yetkili Mahkeme

Nafaka artırım davalarında görevli mahkeme aile mahkemesi, yetkili mahkeme ise nafaka alacaklısının ikametgah bölgesinde bulunan aile mahkemesidir.

3-) Dava Açma

İlgili kişinin ikametgahındaki aile mahkemesine bir dava dilekçesi ile başvuru yapılır. Dilekçede talepte bulunan tarafın mevcut ekonomi durumu ve maddi koşullardaki değişiklikleri detaylıca belirtmesi gerekir.

4-) Davanın Görülmesi

Mahkeme tarafların yaşam koşullarını inceler, delilleri değerlendirir ve yeni nafaka miktarını belirler.

5-) Karar

Mahkeme, deliller ışığında mevcut nafakanın artırılmasına veya aynı kalmasına karar verir. İstenen yeni nafaka tutarı, mahkemenin takdiri doğrultusunda şekillenir.

6-) Önemli Hususlar

– Değişikliklerin Kanıtlanması: Söz konusu ekonomik değişikliklerin belgelendirilmesi oldukça önemlidir.

– Her İki Tarafın Mali Durumu: Mahkeme her iki tarafın ekonomik durumunu dikkate alarak adil bir karar vermeye çalışır.

– Reddetme ve İtiraz Hakkı: Nafaka yükümlüsü arıtırım talebine itiraz edebilir ve yeniden değerlendirme isteyebilir.

7-) Anlaşmalı Boşanmalarda Nafaka Artırım Davası

Anlaşmalı boşanmalarda eşler nafaka verilip verilmeyeceğine veya ne kadar nafaka verileceğine önceden bir protokol şeklinde karar verir. Ancak süreç içerisinde enflasyon, tarafların maddi durumlarındaki değişiklik veya ihtiyaçların şekil değiştirmesi gibi sebeplerle anlaşmalı boşanma durumunda da nafaka artırım davası açılabilmektedir.

NOT: Nafaka artırım davasına karşı, davalının karşı dava açıp haklarını koruması söz konusu olabilir. Nafaka artırım davasına karşı açılmış olan karşı davada da hukuki nedenler ve deliller somut bir şekilde ortaya konmalıdır. Karşı dava açan davalı nafakanın arıtımına itiraz edebilir, nafakanın kaldırılmasını veya indirilmesini talep edebilir.

V-) YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

“…TMK`nın 176/4. maddesine göre; tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde iradın arttırılması veya azaltılmasına karar verilebilir. Yukarıda sözü edilen yasal düzenlemeye göre iradın arttırılması veya azaltılması için ya tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin bunu zorunlu kılması gerekmektedir. Bu doğrultuda yerleşen dairemiz uygulamasına göre; nafaka alacaklısı davacının ihtiyaçları ile nafaka yükümlüsü davalının gelir durumunda, nafakanın takdir edildiği tarihe göre olağanüstü bir değişiklik olmadığı takdirde; yoksulluk nafakası TÜİK’in yayınladığı ÜFE oranında artırılmalı ve böylece taraflar arasında önceki nafaka takdirinde sağlanan denge korunmalıdır…” (Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, E. 2016/11305, K. 2016/11631)

“…Her ne kadar davacı anne boşanma davasından sonra çalışmaya başlamış ise de en son nafaka artırım davasının üzerinden 5 yıl geçmesi, çocuğun ihtiyaçlarının artması nazara alındığında, yıllık enflasyon oranındaki artışın müşterek çocuğun ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz olduğu açıktır. O halde davacı annenin katkısı ve müşterek çocuğun artan ihtiyaçları nazara alınarak TMK’nın 4. maddesindeki hakkaniyet ilkesine göre uygun bir nafaka artına karar verilmesi gerekirken, nafaka artış talebinin reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir…” (Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, E. 2014/7240, K. 2014/15733)

Av. Hüsna GÜNDÜZ

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır. 

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453

CMK 119/4: ARAMA TANIĞI BULUNDURMA ZORUNLULUĞU

CMK 119/4 konut, işyeri ve benzeri kapalı alanların arama yapılmasının usulünü düzenleyen yasal düzenlemedir. Bu madde, bireylerin özel hayatının ve konut dokunulmazlığının korunmasının yanı sıra delillerin elde ediliş süreçlerini şeffaflaştırmayı amaçlayan yasal bir çerçeve sunar. Bu çerçevede, arama işlemlerinin hukuka uygun bir şekilde gerçekleştirilmesi ve bu işlemler sırasında bireylerin haklarının ihlal edilmemesi için belirli kurallar getirilmiştir.

I-) CMK 119/4: Maddenin Hukuki Yapısı

CMK 119/4 maddesi, arama işlemlerinin belirli usul kurallarına uyulmasını zorunlu kılar. Buna göre, Cumhuriyet savcısı hazır olmaksızın konut, işyeri veya diğer kapalı yerlerde arama yapılabilmesi için o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişinin tanık olarak bulundurulması zorunludur. Bu hüküm, arama işleminin hukuka uygun bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla getirilmiştir. Maddenin hukuki yapısı, bireylerin temel haklarının korunması ilkesine dayanır ve bu ilkenin uygulanabilirliğini sağlamak için belirli usul kurallarını ortaya koyar.

Arama işlemi, ceza muhakemesi hukukunda delil elde etme amacıyla yapılan önemli bir koruma tedbiridir. Ancak, bu tedbirin uygulanması sırasında bireylerin haklarının ihlal edilmemesi büyük bir önem taşır. CMK 119/4, bu dengeyi korumak amacıyla, arama işlemi sırasında tarafsız tanıkların bulundurulmasını zorunlu kılar. Bu tanıklar, arama işlemi sırasında hukuka aykırı işlemler yapılmasını engelleme amacıyla bir nevi halktan kimselerin kolluğu denetlemesine imkân sağlayarak delillendirmenin hukuka uygun bir şekilde yapıldığını ve elde edilen delillerin güvenilirliğini teyit etmek için bulunurlar.

II-) Arama Tanıklarının Bulundurulma Zorunluluğu

CMK 119/4 maddesi uyarınca, arama işlemi sırasında arama tanıklarının bulundurulması zorunludur. Bu tanıklar, o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan seçilmelidir. Arama tanıklarının bulundurulmasının temel amacı, kolluğun denetlenmesini sağlayarak arama işleminin tarafsız bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamak ve bu işlemin hukuka uygun olup olmadığını denetlemektir. Arama sırasında tanıkların bulunmaması, arama işleminin hukuka aykırı olarak kabul edilmesine yol açabilir ve bu durumda elde edilen delillerin güvenilirliği zeval görür ve mahkemede kullanılabilirliği ortadan kalkar.

Arama tanıklarının araması sırasında mevcut olması, arama işleminin her aşamasında geçerli olmalıdır. Tanıklar, aramanın başından sonuna kadar hazır bulunmalı ve arama işlemi sırasında neler yaşandığını izlemeli ve bunların tutanağa dökülmesini takip etmelidir. Bu tanıkların varlığı, arama işleminin şeffaf ve hukuka uygun bir şekilde gerçekleştirilmesine yardımcı olur. Ayrıca, arama tanıklarının bulunmadığı aramalar sonucunda elde edilen delillilere dayanarak cezaya hükmolunması açıkça hukuka aykırıdır ve tanıkların yokluğunda tutanağa geçirilen deliller hukuksuz delil sayılarak mahkemenin gidişatına etki edemezler.

III-) Yargı Kararlarında Maddenin Uygulanması

CMK 119/4 maddesi, Türkiye’de yargı organları tarafından sıkça incelenen ve uygulanan bir hükümdür. Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi, arama işlemleriyle ilgili kararlarında bu maddenin önemine sık sık vurgu yapmışlardır. Özellikle, arama tanıklarının bulundurulmadığı durumlarda yargı organları, elde edilen delillerin hukuka aykırı olarak kabul edilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu, çeşitli kararlarında CMK 119/4 hükmüne aykırı olarak yapılan arama işlemlerini hukuka aykırı olarak değerlendirmiştir. Bu tür durumlarda elde edilen delillerin mahkeme tarafından dikkate alınmaması gerektiğini belirtmiştir. Özellikle, arama tanıklarının bulunmaması veya yalnızca formalite gereği bulundurulmaları durumunda, arama işleminin hukuka uygun olmadığı ve bu işlemler sonucunda elde edilen delillerin hükme esas alınamayacağı ifade edilmiştir. Örneğin 8. Ceza Dairesi 2015/7236 E. , 2016/5385 K. Sayılı kararında “… CMK.’nın 119/4. maddesinde Cumhuriyet Savcısı hazır olmaksızın konut, iş yeri veya diğer kapalı yerlerde arama yapabilmek için o yer ihtiyar heyetinden veya komşularından iki kişinin bulundurulması gerektiğinin belirtildiği, aynı Yasanın 206/2-a maddesinde ise; kanuna aykırı olarak elde edilen delillerin reddedileceği belirtilmiş olup incelemeye konu olayda, … arama işlemi sırasında CMK.’nın 119/4. maddesi uyarınca o yer ihtiyar heyetinden veya komşularından iki kişinin bulunması gerekmekte olup, yapılan aramada o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan kimsenin bulunmadığı halde arama yapılmıştır… Bu şekilde yapılan aramanın kanuna uygun olmadığı ve bu arama sonucunda elde edilen delilin CMK.’nın 206/2-a maddesi uyarınca reddedilmesi gerektiği ve hükme esas alınamayacağı tüm aşamalarda ele geçen silahın varlığının ve zilyetliğinin sanıkça reddedildiği, sanığın üzerine atılı suçu işlediğine dair kanuna aykırı ele geçirilen silah ve fişekler dışında mahkumiyetine yeterli delil bulunmadığı cihetle…” hükmünden de açıkça anlaşılacağı üzere bu maddenin gerekliliği olna arama tanıklarının eksikliği tutanağa işlense bile delillerin kullanılmasına mani olmaktadır.

Anayasa Mahkemesinin de inceleme alanına giren bu hukuka aykırılık pek çok seferler bireysel başvurusu konusu olmuştur. Bireysel başvurular ile Anayasa Mahkemesine taşınan olaylar neticesinde AYM kararlarında CMK 119/4 maddesinin uygulanmasına ilişkin çeşitli değerlendirmelerde bulunmuştur. Mahkeme, arama işlemleri sırasında arama tanıklarının bulunmaması durumunda, adil yargılanma hakkının ihlal edilebileceğine hükmetmiştir. Bu bağlamda, CMK 119/4 maddesinin yargı organları tarafından titizlikle uygulanması gerektiği ve bu hükmün ihlali durumunda elde edilen delillerin hukuka aykırı olarak değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Örneğin Anayasa Mahkemesi, 2013/6183, 19.11.2014 Yaşar YILMAZ kararında“..59. Belirli bir davaya ilişkin olarak delilleri değerlendirme yetkisi kural olarak yargılamayı yürüten mahkemeye ait olmakla birlikte, somut olayda, koruma tedbiri niteliğindeki arama kararının icrasının hukuka aykırı şekilde gerçekleştirilmesi ile elde edilen delillerin tek ve belirleyici delil olarak kullanılmasının bir bütün olarak yargılamanın hakkaniyetini zedelediği ve aramanın icrasındaki ‘kanuna aykırılığın’ yargılamanın bütünü yönünden adil yargılanma hakkını ihlal eder nitelikte olduğu kanaatine varılmıştır. Bu sebeplerle başvurucunun Anayasanın 36. maddesinde güvence altına adil yargılanma hakkını ihlal edildiğine karar verilmesi…” gerektiği belirtilmiştir. Bu karar da bize bu delillerin neden ve nasıl kullanılamayacağını açıkça anlatmaktadır.

CMK 119/4 maddesi, arama işlemlerinin hukuka uygun ve şeffaf bir şekilde gerçekleştirilmesi için getirilmiş önemli bir düzenlemedir. Bu madde ile arama işlemleri sırasında bireylerin temel haklarının korunmasını ve elde edilen delillerin hukuka uygun bir şekilde toplanmasını sağlamayı amaçlanmıştır. Arama tanıklarının bulundurulması zorunluluğu, bu amaca ulaşmak için getirilen önemli bir güvence mekanizmasıdır. Yargı organlarının bu hükmü titizlikle uygulaması ve arama işlemleri sırasında yaşanan usulsüzlükleri göz ardı etmemesi, adil yargılamanın sağlanması açısından büyük önem taşır.

Lakin CMK 119/4 maddesinin uygulanması sırasında çeşitli sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu sorunların başında, arama tanıklarının bulundurulmasının zorunlu olmasına rağmen, bu kuralın pratikte kolluk tarafından önemsenmeyerek yeterince titizlikle uygulanmaması gelmektedir. Arama işlemlerinin şeffaf ve hukuka uygun bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamak için getirilen bu düzenleme, uygulamada kimi zaman formalite icabı yerine getirilmekte veya tamamen göz ardı edilmektedir. Arama tanıklarının arama işleminin başlangıcından sonuna kadar arama mahallinde bulunması ve gözlemlemesi gerekirken bu gereklilik de ihlal edilebilmekte ve sadece arama sonrasında tutanağa imza atma yoluyla varlıklarını gösterir belgelendirme oluşturulabilmektedir. Bu durumların önüne geçebilme amacıyla arama işlemine tabii tutulan kimselerin varsa avukatlarıyla iletişime geçmeleri ve arama sırasında avukat refakatinin sağlanması oldukça önemlidir.

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır. 

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453

TUTUKLULUKTA GEÇECEK SÜRE

Bu yazımızda, uygulamada sıkça karşılaşılan bir koruma tedbiri olan “tutukluluk” halinde şüphelinin/sanığın cezaevinde ne kadar süre geçireceğinden kısaca bahsedeceğiz.

I-) İLGİLİ MEVZUAT

CEZA MUHAKEMESİ KANUNU MADDE 102:

CMK‘nin ilgili madde hükümleri şu şekildedir:

(1) Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerekçeleri gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.

NOT: Ağır ceza mahkemesinin görev alanına girmeyen işlerde, soruşturma ya da kovuşturma (kamu davası) aşaması olması önem arz etmeksizin tutukluluk süresi uzatma dahil en çok 18 aydır.

(2) Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar ile 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlarda beş yılı geçemez.

NOT: Ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren işlerde, soruşturma ya da kovuşturma (kamu davası) aşaması olması önem arz etmeksizin tutukluluk süresi uzatma dahil en çok 5 ancak 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümlerinde tanımlanan suçlar ile 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlarda en çok 7 yıldır.

NOT: Kanunların ayrıca görevli kıldığı haller saklı kalmak üzere, Türk Ceza Kanunu’nda yer alan yağma (m. 148), irtikâp (m. 250/1 ve 2), resmî belgede sahtecilik (m. 204/2), nitelikli dolandırıcılık (m. 158), hileli iflâs (m. 161) suçları, Türk Ceza Kanunu’nun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümlerinde tanımlanan suçlar (318, 319, 324, 325 ve 332. maddeler hariç) ve 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun kapsamına giren suçlar dolayısıyla açılan davalar ile ağırlaştırılmış müebbet hapis, müebbet hapis ve on yıldan fazla hapis cezalarını gerektiren suçlarla ilgili dava ve işlere bakmakla ağır ceza mahkemeleri görevlidir.

(3) Bu maddede öngörülen uzatma kararları, Cumhuriyet savcısının, şüpheli veya sanık ile müdafiinin görüşleri alındıktan sonra verilir.

(4) Soruşturma evresinde tutukluluk süresi, ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işler bakımından altı ayı, ağır ceza mahkemesinin görevine giren işler bakımından ise bir yılı geçemez. Ancak, Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar, Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar ve toplu olarak işlenen suçlar bakımından bu süre en çok bir yıl altı ay olup, gerekçesi gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.

NOT: Soruşturma aşamasında tutukluluk süresi, ağır ceza mahkemesinin görev alanına girmeyen işler bakımından azami 6 aydır. Ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren işlerde ise 12 ay olup, bazı suçların varlığı halinde azami 24 aydır.

(5) Bu maddede öngörülen tutukluluk süreleri, fiili işlediği sırada on beş yaşını doldurmamış çocuklar bakımından yarı oranında, on sekiz yaşını doldurmamış çocuklar bakımından ise dörtte üç oranında uygulanır.

II-) MADDENİN GEREKÇESİ

Tutuklamada geçen sürenin makul olması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesinde öngörülmüş temel bir ilkedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bazı kararlarında görüldüğü gibi tutukluluğun bu makul süreyi aşması, tazminat ödenmesini gerektirmektedir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararların tüm Avrupa ülkelerince göz önünde tutularak, kanunlarda gerekli değişikliklerin yapıldığı bilinmektedir.

Bu hususlar göz önünde tutularak maddede ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok altı ay olarak öngörülmüştür.

Ağır cezalı işlerde ise en fazla iki yıl tutuklama süresi öngörülmüştür. Uzatma kararlarının verilmesinde Cumhuriyet savcısının ve savunmanın görüşlerinin alınması zorunluluğu getirilmiştir. Madde, bütünü ile şüpheli ve sanık haklarını koruma amacına yöneliktir.

III-) YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

“…Olası kastla öldürme suçundan sanığın mahkumiyetine ilişkin hüküm, sanık müdafii tarafından duruşmalı olarak ve sanık ile katılan vekili tarafından temyiz edilmekle, sanığa hükmedilen hapis cezasının süresinin on yıldan fazla olması nedeniyle 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK’un 318 ve 5271 sayılı CMK’nın 299. maddeleri gereğince resen duruşmalı olarak temyiz incelemesi yapılmasına karar verilip, duruşmalı temyiz isteminde bulunan sanık müdafiinin ve duruşma günü bildirilen katılan vekilinin usulüne uygun tebligatlara rağmen duruşmaya gelmedikleri anlaşılmakla, duruşmasız olarak yapılan inceleme sonunda gereği düşünüldü:

Bozma ilamına uyularak yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanığın ve sanık müdafiinin sübuta, suç vasfına, katılan vekilinin ceza miktarına ilişkin temyiz itirazlarının reddiyle, hükmün isteme uygun olarak ONANMASINA, sanığa hükmedilen ceza miktarı, 14.11.2011 tarihinde tutuklanıp, 05.06.2012 tarihinde tahliye edilen ve 30.11.2015 tarihinde tekrar tutuklanan sanığın tutuklulukta geçirdiği süre, yerel mahkemenin karar tarihi olan 17.12.2015 tarihinde ve halen ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren suçlar için CMK’nın 102/2. maddesinde öngörülen beş yıllık süre dolmamış olup, temyiz aşamasında geçen sürenin azami tutukluluk süresinin hesabında dikkate alınamayacağına ilişkin Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 12.04.2011 tarihli, 2011/1-51 esas, 2011/42 karar sayılı ilamı ve Anayasa Mahkemesinin 16.05.2015 günlü 29357 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 12.03.2015 tarihli, 2014/14310 başvuru numaralı kararı ile hükmün kesinleştiği gözetilerek, sanık müdafiinin TAHLİYE TALEBİNİN REDDİNE, 30.06.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi…” (Yargıtay 12. Ceza Dairesi, E. 2017/3285, K. 2017/5744)

“…CMK’nın 102. maddesinde soruşturma ve kovuşturma evrelerinde kişilerin tutulabileceği azami kanuni süreler düzenlenmiştir. Madde metninde, ağır ceza mahkemesinin görevine giren ve girmeyen işler bakımından bir ayrıma gidilmiştir. Birden fazla suça ilişkin soruşturma ve kovuşturmaların bir dosya üzerinden yürütülmesi veya bir dosyada birleştirilmiş olması hâlinde bu soruşturma ve kovuşturmaların belli bir bütünlük içinde yürütüleceği göz önüne alındığında, uygulanan bir tutuklama tedbirinin soruşturma ve kovuşturmaların tamamı açısından sonuç doğuracağı açıktır. Bu nedenle azami tutukluluk süresinin kişinin yargılandığı dosya kapsamındaki tüm suçlar açısından en fazla beş yıl olması gerektiği anlaşılmalıdır. Tutuklama tedbiri, bir yaptırım olmadığından aynı dosya kapsamındaki her bir suç için azami tutukluluk süresinin ayrı ayrı hesaplanması kabul edilemez. Suç ve sanık sayısı, davanın karmaşık olması gibi etkenler tutukluluk süresinin makul olup olmadığı konusundaki değerlendirmede ele alınabilecek faktörler olup kanuni tutukluluk süresinin belirlenmesinde esas alınmaları mümkün değildir. Normun lafzı ve amacı, tutuklama tedbirinin ceza … sistemi içerisindeki yeri ve CMK’nın 102. maddesindeki düzenleme ile kişi özgürlüğüne yönelik sınırlamaların dar yorumlanması hususları birlikte değerlendirildiğinde aksine bir sonuca varmak mümkün görünmemektedir (Anayasa Mahkemesi, … …, Başvuru No:2012/1137, 02.07.2013 tarihli).

Buna göre CMK’nın 102. maddesinin ikinci fıkrasında, ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde tutukluluk süresinin en çok iki yıl olduğu ve bu sürenin zorunlu hâllerde gerekçesi gösterilerek uzatılabileceği, ancak uzatma süresinin toplam üç yılı geçemeyeceği belirtilmiştir. Buna göre uzatma süreleri dâhil toplam tutukluluk süresinin azami beş yıl olabileceği anlaşılmalıdır. Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 12.04.2011 tarihli ve 51-42 sayılı kararında da aynı sonuca ulaşılmıştır. (Anayasa Mahkemesi, Hamit Kaya, Başvuru No:2012/338, 02.07.2013 tarihli)

Diğer taraftan, özgürlük ve güvenlik hakkına ilişkin sınırlamaların kanunla yapılması ve sınırlamanın şekil ve şartlarının da kanunda açıkça belirtilmesi gerekir. Kanunun metni, bireylerin, gerektiğinde hukuki yardım almak suretiyle, tutuklama nedenlerini ve sürelerini belli bir açıklık ve kesinlikte öngörebilmelerine imkân verecek şekilde olmalıdır. Dolayısıyla uygulanması öncesinde kanun, muhtemel etki ve sonuçları bakımından yeterli derecede öngörülebilir olmalıdır. Bununla birlikte, kanun metninin tüm sonuç ve etkileri göstermesi her zaman beklenemeyeceğinden, aranan açıklığın ölçüsü, söz konusu metnin içeriği, düzenlemeyi hedeflediği alan ile hitap ettiği kitlenin statü ve büyüklüğü gibi faktörler dikkate alınarak belirlenebilir. CMK’daki azami tutukluluk süresinin ağır cezalık işler bakımından uzatmalarla birlikte azami beş yıl olduğu, bu haliyle düzenlemenin öngörülebilir olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kanuni tutukluluk süresinin her suç için ayrı ayrı hesaplanması gerektiği yönündeki yorum, bireylerin tutuklu olarak yargılanabileceği azami süreyi belirsiz ve öngörülemez bir şekilde uzatmaya elverişlidir. Zira bir kişi hakkında birden fazla suç isnadı olması halinde azami tutukluluk süresi her biri için ayrı ayrı hesaplandığında kişinin özgürlüğünden mahrum bırakılabileceği süre öngörülemez bir şekilde uzayacaktır.

Öte yandan tutukluluk süresinin hesabında ilk derece mahkemesi önünde yargılama aşamasında geçen sürelerin dikkate alınması gerekir. Zira kişi yargılanmakta olduğu davada ilk derece mahkemesi kararıyla mahkûm edilmişse, bu kişinin hukuki durumu “bir suç isnadına bağlı olarak tutuklu” olma kapsamından çıkmakta ve tutmanın nedeni ilk derece mahkemesince verilen hükme bağlı olarak tutma haline dönüşmektedir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), mahkûmiyet kararı sonrası tutulma halini tutukluluk olarak nitelendirmemekte ve temyiz aşamasında geçen süreyi tutukluluk süresinin hesabında dikkate almamaktadır (Anayasa Mahkemesi, Hamit Kaya, Başvuru No: 2012/338, 02.07.2013 tarihli kararı; AİHM’nin Solmaz/Türkiye, Başvuru No: 27561/02, 16.01.2007, Şahap Doğan/Türkiye, Başvuru No: 29361/07, 27.05.2010)

Aynı yaklaşım Yargıtay Ceza Genel Kurulunca da benimsenmiş ve 12.04.2011 tarihli ve 51-42 sayılı kararda, “Hakkında mahkûmiyet hükmü kurulmakla sanığın atılı suçu işlediği yerel mahkeme tarafından sabit görülmekte ve bu aşamadan sonra tutukluluğun dayanağı mahkûmiyet hükmü olmaktadır.” gerekçesiyle, temyizde geçen sürenin tutukluluk süresine dâhil edilmeyeceğine hükmedilmiştir. Bu bakımdan temyiz aşamasında geçen süreler tutukluluk süresinin değerlendirmesinde göz önünde bulundurulamaz. Ancak bozma kararı sonrasında bireyin durumu tekrar suç isnadına bağlı tutmaya dönüşeceğinden ilk derece mahkemesi önünde geçen süre değerlendirmede dikkate alınacaktır...” (Yargıtay Ceza Genel Kurulu, E. 2017/862, K. 2022/829)

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır.

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453

MENFİ TESPİT DAVASI NEDİR?

I-) MENFİ TESPİT DAVASI

Menfi tespit davası, iddia edilen bir borç ilişkisine karşın kişinin borçlu olmadığını kanıtlaması için mahkeme huzurunda bu tespitin yapılması davasıdır.

Menfi tespit, bir hak ve hukuki ilişkinin mevcut olmadığının ortaya konulması için açılan bir dava türüdür. Bu dava türü Hukuk Muhakemeleri Kanunu 106. maddesi ve İcra İflas Kanununun 76. maddesinde düzenlenmiştir.

Borçlu icra takibi başlatılmadan veya başlatıldıktan sonra zamanaşımı süresine tabii olmaksızın bu dava yoluna başvurabilmektedir.

İcra takibi başlatılmadan önce alacaklı tarafından borçluya  karşı senede ve belgeye dayalı olarak  alacak talebinde bulunması halinde borçlunun, borçlu olmadığını tespit ettirmesi ve borçtan bu dava yolu ile kurtulması mümkündür.

Ancak bu dava yoluna başvurulabilmesi için borcun gerçek dışı olması, borcun ileri sürüldüğü belgelerin sahte olması, borcun ödenmiş olmasına karşın alacaklı tarafından kötü niyetli olarak alacak talepte bulunulması gibi olguların var olması aranır. Örneğin kişinin imza atmadığı bir belgeye ilişkin alacak talebinde bulunan alacaklıya karşı, borçlu tarafından icra takibi başlatılmadan önce menfi tespit davası açabilmektedir.

Borçlu, icra takibinden önce menfi tespit davası açması halinde alacaklının icra takibini durdurması için alacağın %15’i oranında teminat yatırarak açılacak olan icra takibin durdurulmasını sağlayabilir. İhtiyati tedbir talebi ve yatırılan teminat bedeli üzerine mahkemece açılacak olan takibin, menfi tespit davası sonuçlanana kadar durmasına karar verilebilmektedir.

Bir diğer menfi tespit davası yolu ise icra takibi başlatıldıktan sonra  açılması halidir. Borçluya tebliğ edilen icra takibine yönelik olarak menfi tespit davası açılması mümkündür. Borca itiraz edildiğinde takip durmuş olduğundan menfi tespit davası açılamamaktadır. Ödeme borcuna itiraz edilmemesi halinde hukuki yarar bulunması ve üzerine menfi tespit davası açılması mümkündür.

Menfi tespit davasının açılması ile icra takibi re’sen durdurulmaz ancak sayılı hallerde icra takibi durdurulabilir. Şöyle ki; icra takibine konu borç miktarının tamamının icra dosyasına depo edilmesi ve alacağın %15’i oranında teminat yatırılması halinde icra takibi durmaktadır. Dosya haciz ve satış aşamasında ise dosya borcu ve teminat yatırıldığı halde satış durdurulur ve hacizler kaldırılır. İhtiyati tedbir talebinin bulunmaması halinde açılan icra takibindeki işlemler devam etmekte olup satış ve haciz işlemleri de durdurulmamaktadır.

Bu dava açılmadan önce dikkat edilmesi gereken en önemli husus davayı açan tarafın davayı açmakta hukuki yararının bulunduğunu ispat edilmesidir. HMK 114/h maddesinde düzenlenen ve dava şartı olan hukuki yararın, davayı açan taraf adına bulunmaması üzerine mahkemece davanın usulden reddine karar verilmektedir.

II-) YETKİLİ VE GÖREVLİ MAHKEME

Menfi tespit davasında yetkili mahkeme, İcra İflas Kanunu madde 76 gereğince; takibi yapan icra dairesinin bulunduğu yer mahkemesi olabileceği gibi, dava davalının yerleşim yeri mahkemesinde de açılabilir.

Görevli mahkeme ise Asliye Hukuk Mahkemesidir. Ancak alacağın niteliğine göre görevli mahkeme değişkenlik göstermektedir. Dava açılmadan önce bu hususa dikkat edilmesi gerekmektedir.

III-) AÇILAN DAVA SONUCUNDA

A-) DAVANIN KABULÜ

Kişi borçlu bulunmadığı bir parayı ödemekten kurtulmaktadır. Alacaklı haksız ve kötü niyetli olması halinde belirtilen borç miktarının %20’sinden az olmamak üzere tazminata hükmedilir. Ancak tazminata hükmedilmesi için alacaklının haksız ve kötü niyetli olma şartı aranmaktadır. Borçlu adına icra takibi başlatılmış ise icra takibi karar ile durur ve takibin iptaline karar verilir.

B-) DAVANIN REDDİ

Dava alacaklı lehine neticelenmiş olur ve ihtiyati tedbir kararı kaldırılır. Alacaklı tarafından icra takibi başlatılmış ise takip durdurulması kararı kaldırılır ve icra işlemleri kaldığı yerden devam eder. Buna dair hükmün kesinleşmesi halinde alacaklı ihtiyati tedbir dolayısıyla alacağını geç almış bulunmaktan doğan zararlarını gösterilen teminattan alır. Alacaklının uğradığı zarar aynı davada takdir olunarak karara bağlanır. Bu zarar icra takibine konu alacağın %20’sinden aşağı olmayacak şekilde karar verilir.

IV-) YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

Gaziantep BAM, 11. HD.  3.12.2024. tarihli   2024/1336 E. 2024/1573 K. sayılı kararında;

……. Karar sayılı ilamı ile davaya konu edilen….. tarihli çek nedeniyle davacının menfi tespit davası açmasında hukuki yararının bulunmaması nedeniyle davanın reddine karar verilmiştir. Karara karşı davacı istinaf kanun yolu başvurusunda bulunmuştur. Mahkemece davaya konu edilen kambiyo senedi vasfındaki çekin keşidecisinin ….. olduğu, hamiline yazılı olarak düzenlendiği, çekin arkasında …’ün cirosunun bulunduğu, davacıya ait herhangi bir cironun bulunmadığı, yine davaya konu edilen çekin dayanak yapılarak başlatılan……. Esas sayılı takip dosyasında takip alacaklısının …, takip borçlusunun….. olduğu, davacının müracaat borçlularından (keşideci, aval, ciranta) olmadığı, aleyhine başlatılan her hangi bir takibin bulunmadığı anlaşıldığından davacının dava açmakta hukuki yararının bulunmaması nedeniyle 6102 sayılı TTK’nın 818/1-k maddesinin yollamasıyla aynı kanunun 724.maddesi dikkate alınarak ilk derece mahkemesi tarafından verilen karar isabetli görülmüştür.

Yargıtay 17. Hukuk Dairesinin 07.04.2008 tarihli 2008/92 E. 2008/1756 K. sayılı kararında;

Somut olayda davalının, davacıya gönderdiği 07.08.2006 tarihli yazısında, müvekkili şirkete kasko sigortalı araca ineğin çarpması suretiyle hasarlanmasına sebebiyet verdiğini açıklayarak sigortalıya ödenen 8.382.00 YTL’nin ferileriyle birlikte, yazının tebliğinden itibaren 10 gün içinde ödenmesini, aksi takdirde aleyhe rücu davası açılacağını bildirmiş, davacı da 19.02.2007 tarihinde iş bu davayı açmıştır. Tespit davası açmak için taraflar arasında bir hukuki ilişkinin olması ve davacının bu davayı açmakta hukuki yararının bulunması şarttır. Davacının açtığı menfi tespit davası, mahkemece, davayı açmakta hukuki yararı bulunmadığı düşüncesi ile reddedilmiştir. Oysa bir davanın korunmaya değer, güncel hukuksal yarar yokluğundan reddedilebilmesi için, borçluyu tehdit edebilecek durumların bulunmaması gerekir. Borçlunun ödemek zorunda olmadığı bir borç ile tehdit edilmesi durumunda hukuksal yararın varlığının kabulü gerekir. Davalı sigorta şirketi, varlığını iddia ettiği alacak nedeniyle eda davası açabileceği gibi, davacı borçlu da borçlu olmadığının tespiti için menfi tespit davası açabilir. Bu durumda mahkemece, işin esası incelenerek hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir……….. davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine, 07.04.2008 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır.

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453

MİRASTA DENKLEŞTİRME

Denkleştirme davası, Türk Medeni Kanunu madde 699 ile 675 arasında düzenlenmiştir. Denkleştirme, miras bırakının sağlığında yaptığı birtakım karşılıksız kazandırmaların mirasçılar arası dengeleri bozmasından dolayı bu kazandırmaların iadesi veya miras payından mahsup edilmesi ile mirasçılar arası dengenin tekrar sağlanması için var olan hukuki bir yoldur.

I-) DENKLEŞTİRMENİN ŞARTLARI

Miras bırakanın yaptığı her kazandırma denkleştirmeye tabi değildir. Yapılan kazandırmaların hangi amaçla, kimlere ve ne zaman yapıldığı denkleştirme bakımından büyük önem arz eder.

A-) Kazandırmanın Sağlar Arasında Yapılmış Olması

Bir kazandırmanın denkleştirmeye konu edilebilmesi için kazandırmanın sağlar arasında yapılmış olması gerekmektedir. Bu durumu daha da açıklığa kavuşturmak gerekirse miras bırakanın henüz hayattayken yaptığı kazandırmalar denkleştirmeye konu edilebilir.

B-) Kazandırmanın Karşılıksız Olması

Bir kazandırmanın denkleştirmeye konu edilebilmesi için kazandırmanın karşılıksız olması gerekmektedir. Şöyle ki yapılan kazandırma sonucunda miras bırakanın malvarlığında eksilme meydana gelirken kazandırmanın yapıldığı kişinin malvarlığında artış meydana gelmelidir. Her ne kadar karşılıksız kazandırma denildiğinde akla ilk gelen bağışlama olsa da karşılıksız kazandırma bağışlamadan ibaret değildir. Çeyiz, borçtan kurtarma, sermaye verilmesi gibi durumlar da karşılıksız kazandırmadır ve denkleştirmeye tabidir. Ancak Türk Medeni Kanunu madde 675’e göre olağan hediyeler ile evlenme sırasında yapılan geleneğe uygun tasarruflar denkleştirmeye tâbi değildir. Aynı şekilde Türk Medeni Kanunu madde 674’e göre çocuk için yapılan olağan eğitim masrafları da denkleştirmeye konu değildir.

C-) Kazandırmanın Yasal Mirasçının Lehine Olması

Kazandırmanın yasal mirasçı lehine yapılmış olması gerekmektedir. Yasal mirasçı sıfatına sahip olmayan atanmış mirasçının veya vasiyet alacaklıları denkleştirme talep edemez. Mirasçının denkleştirme talep etmesi için yasal mirasçı olması gerekmekte olup mirastan feragat, mirastan çıkarma gibi durumlarda mirasçı yasal mirasçı sıfatını kaybederse denkleştirme talep edemez.

D-) Kazandırma Miras Paylarına Mahsuben Yapılmış Olmalı

Türk Medeni Kanunu madde 699/2’de de yer aldığı üzere miras bırakanın alt soyu lehine yaptığı kazandırmalar, aksi miras bırakan tarafından açıkça belirtilmediği sürece, denkleştirmeye tabi olup, kazandırmanın miras payına mahsuben yapıldığı kabul edilir.

E-) Kazandırmanın Miras Bırakanın Malvarlığından Yapılmış Olması

Kazandırmanın miras bırakanın malvarlığından yapılmış olması gerekmektedir. Zira yapılan kazandırmanın miras bırakanın malvarlığında azalma meydana getirmesi gerekir ki bu da mirasçılar arasından dengenin bozulmasına sebebiyet verir ve bunun sonucunda denkleştirme ihtiyacı meydana gelir.

II-) DENKLEŞTİRMENİN TARAFLARI

A-) Denkleştirme Borçlusu

Denkleştirme borçlusu kural olarak yasal mirasçı sıfatına sahip olan ve denkleştirme konusu kazandırmayı almış olan kişidir. Yasal mirasçının yokluğu veya bütün mirasçıların mirastan çıkarılma, mirastan feragat ya da ret nedeniyle mirasçılık sıfatını kaybetmesi gibi hallerde denkleştirme borçlusu bulunmaz.

B-) Denkleştirme Alacaklısı

Denkleştirme alacaklısı, miras bırakan tarafından yapılan kazandırma sebebiyle miras hakkı zarara uğrayan yasal mirasçıdır. Bu mirasçının saklı pay sahibi mirasçılardan olması gerekmez.

III-) DENKLEŞTİRMEDE ZAMANAŞIMI

Denkleştirme davası, miras paylaştırılana kadar zamanaşımına tabi değildir ancak miras paylaştırılmış ise paylaştırma tarihinden itibaren 10 yıllık zamanaşımına tabidir.

IV-) DENKLEŞTİRMEDE İSPAT YÜKÜ

Miras bırakanın sağlığında alt soyuna yaptığı ivazsız kazandırmalar aksi miras bırakan tarafından açıkça belirtilmediği sürece miras payından mahsup edilmiş sayılmakla beraber denkleştirmeye tabidir. Kazandırmanın miras payına mahsuben yapılmadığının, yani denkleştirmeye konu olmadığının ispatı; lehine kazandırma yapılan mirasçıya aittir.

V-) DENKLEŞTİRMEDE GÖREVLİ VE YETKİLİ MAHKEME

Her ne kadar kanunda görevli mahkeme açıkça belirtilmemişse de Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na göre görevli mahkeme asliye hukuk mahkemeleri olarak belirlenmiştir. Yetkili mahkeme ise Türk Medeni Kanunu madde 576 uyarınca miras bırakanın son yerleşim yeridir.

VI-) YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

“…Murisin çocukları için yaptığı eğitim ve öğretim giderleri mirasta denkleştirmeye tabi değildir. TMK’nın 674. maddesi gereğince “Çocukların eğitim ve öğrenimi için yapılan giderler sebebiyle geri verme yükümlülüğü, mirasbırakanın aksini arzu ettiği ispat edilmedikçe, ancak alışılmış ölçüleri aşan kısım için mevcuttur.” Madde metni aynı Kanun’un 669/2 maddesiyle birlikte değerlendirildiğinde murisin torunları için yaptığı eğitim ve öğrenim harcamaları denkleştirmeye tabi olduğu açıktır. Bu nedenle, murisin davalı ….’in üniversite öğrenimine yaptığı katkısı denkleştirmeye tabidir. Dolayısıyla, murisin katkı miktarı bulunarak terekeye iadesi gerekir. İade edilecek mal varlığı yönünden seçim hakkı davalınındır; ister aynen iade eder, isterse bedelini öder. Miras payının aşan kısmının davalıda kalması miras bırakanın iradesinden anlaşılıyorsa, aşan kısım için iade istenemez. Denkleştirme, denkleştirme anındaki değere göre yapılır. Denkleştirmede sebepsiz zenginleşme hükümleri uygulanır. Islah olmadıkça ya da terditli dava açılmamışsa kendiliğinden tenkis davasına dönüşmez…” (Yargıtay 14. Hukuk Dairesi, E. 2016/612, K. 2016/5950)

“…Mirasta denkleştirme davalarında, sadece yasal mirasçı aleyhine denkleştirme talebinde bulunulabilir, yasal mirasçı olmayanlara yapılan kazandırma denkleştirmeye tabi değildir. Miras bırakandan sağlar arası kazandırma olmalıdır. Ölüme bağlı tasarrufla yapılan kazandırma denkleştirmeye tabi değildir. Kazandırma karşılıksız olmalıdır. Kazandırma, miras payına mahsuben (iadeye tabi olarak) yapılmalıdır. Bağış amaçlı yapılan kazandırmalar denkleştirmeye (iadeye) tabi değildir, bu nedenle miras bırakanın bağış amacının olup-olmadığı ayrıntısıyla araştırılmalıdır. İade, terekeye yapılır, davacı mirasçının miras payı oranında iade yapılmaz. Altsoya yapılan kazandırma aksi miras bırakan tarafından açıkça belirtilmemişse karine olarak denkleştirmeye (iadeye) tabidir. Altsoya yapılan sağlar arası kazandırmanın denkleştirmeye tabi olmadığını davalı (altsoy) ispatlamalıdır. Altsoy dışındaki yasal mirasçılara yapılan kazandırma, karine olarak denkleştirmeye (iadeye) tabi değildir. Altsoy dışındaki yasal mirasçıya yapılan kazandırmanın Denkleştirmeye (iadeye) tabi olduğunu davacı ispatlamalıdır. Miras bırakanın iradesinin denkleştirmeye (iadeye) tabi olup olmadığının ispatı şekle tabi değildir, her türlü delille ispatlanabilir. İade edilecek mal varlığı yönünden seçim hakkı davalınındır; ister aynen iade eder, isterse bedelini öder. Miras payının aşan kısmının davalıda kalması miras bırakanın iradesinden anlaşılıyorsa, aşan kısım için iade istenemez. Denkleştirme, denkleştirme anındaki değere göre yapılır. Denkleştirmede sebepsiz zenginleşme hükümleri uygulanır. Islah olmadıkça ya da terditli dava açılmamışsa kendiliğinden tenkis davasına dönüşmez…” (Yargıtay 14. Hukuk Dairesi, E. 2016/9034, K. 2019/3584)

Av. Hüsna GÜNDÜZ

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır. 

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453