ERİŞİMİN ENGELLENMESİ İLE  İÇERİĞİN YAYINDAN ÇIKARTILMASI ARASINDAKİ FARK  NEDİR ?

I-) ERİŞİMİN ENGELLENMESİ VE İÇERİĞİN YAYINDAN ÇIKARTILMASI KARARLARI NEDEN VERİLİR ?

İnternet ortamında her gün milyonlarca içerik paylaşılmaktadır. Bu içerikler bazen birinin kişilik hakkına saldırı barındırıyor olabilmektedir. Bazen ise direkt olarak bir kişinin kişilik hakkına saldırı barındırmıyor ancak genel ahlaka ve kamu düzenine açıkça aykırı olabilmektedir.  Yani içerisinde hukuka aykırılık bulunan internet içeriğinin erişime engellenmesine veya yayından çıkartılmasına karar verilebilmektedir. Bu yazımızda kamu düzenine açıkça aykırı olan içeriklerden ziyade özel olarak bir kişinin kişilik haklarına saldırı içeren bir internet içeriğinin ( haber, video, fotoğraf, sosyal medya paylaşımı vs.) mahkeme kararı ile nasıl ve hangi şartlarda erişime engellendiğinin, bahse konu içeriğin hangi şartlarda yayından çıkartıldığının, her iki  yöntem arasındaki farkların neler olduğunun üzerinde duracağız. 

II-) İÇERİĞİN ERİŞİME ENGELLENMESİNİN     VE İÇERİĞİN YAYINDAN ÇIKARTILMASININ FARKI NEDİR ?

Kavramsal olarak erişimin engellenmesi; yayın içeriğinin belirli yöntemler kullanılarak internet kullanıcılarına ulaşmasını engelleyen ve yayın içeriğinin   görüntülenememesini sağlayan bir yöntemdir. Yani içerik esasen içerik sağlayıcısının kotasında durmakta iken bu kararın sonucu olarak kullanıcı ilgili içeriğe erişememektedir. İçeriğin yayından çıkarılması ise içerik veya yer sağlayıcılar tarafından içeriğin yayından kaldırılmasıdır. Yani ilgili içeriğin içerik sağlayıcısının kotasından da çıkartılarak tamamen engellenmesidir.  Her iki yöntem de içeriğe erişilmesini engellemek ve hukuka aykırılığı sonlandırma amacına hizmet etmektedir. Uygulamada çoğu zaman bu iki karar birbiri ile karıştırılmakta ve yanlış anlaşılmaktadır. Öncelikle her iki kararın benzerliklerini belirtmekte fayda vardır: Her iki karar da Sulh Ceza Hakimliklerinden talep edilmektedir. Yetkili Sulh Ceza Hakimliği ise internet sitesinin Türkiye’de bilinen bir merkez adresi varsa bu adresteki Sulh Ceza Hakimliği ile mağdurun yerleşim yerindeki Sulh Ceza Hakimliğidir. Her iki kararın da şartları birbirlerine benzemekte ve her iki kararın ifası için Sulh Ceza Hakimliği tarafından verilen kararın birer örneği, gereği yapılmak üzere Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu‘na gönderilmektedir. Bu kararı hakimlik re’sen Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu‘na göndermektedir. Erişimin engellenmesi veya içeriğin çıkartılması kararının gereği, derhal ve en geç kararın bildirilmesi anından itibaren “dört saat” içinde kurum (BTK) tarafından yerine getirilmektedir. Her iki kararın da verilebilmesi için ilgili içeriğin bir kişinin özel hayatına saldırı içeriyor olması gerekmektedir. Yine her iki karar da 5651 Sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun’da düzenlenmiştir.

Her iki karar arasında en önemli fark şudur: Erişiminin engellenmesi kararı sadece “HTPP” protokolü kullanılarak internette yayınlanan içeriklere uygulanabilmektedir. Bununla birlikte; verinin doğru hedefe bütünlüğü bozulmadan, üçüncü kişiler tarafından ele geçirilmeden ulaşılmasını sağlayan “HPTTS” protokolü kullanan internet sitelerinin URL adreslerine ise erişim sağlayıcılar tarafından kullanılan sistemlerin teknik yetersizliği sebebi ile erişimin engellenmesi tedbiri uygulanamamaktadır. Tam olarak burada ise devreye içeriğin yayından çıkartılması yöntemi girmektedir. “HTPPS” protokolünü kullanan sitelerde yayınlanan içeriklere İçerik veya yer sağlayıcılar tarafından içeriğin sunulduğu sunuculardan çıkartılması sağlanarak hukuka aykırı eylem sona erdirilmektedir. Özetle; “HTPP” uzantılı URL adreslerindeki hukuka aykırılık “ERİŞİMİN ENGLLENMESİ” ile “HTPPS” uzantılı URL adreslerindeki hukuka aykırılık ise direkt olarak “İÇERİĞİN YAYINDAN ÇIKARTILMASI” ile giderilmektedir. “HTPP” uzantılı içerik için illaki erişimin engellenmesi kararı alınması zorunlu değildir bu tür içerikler için direkt olarak içeriğin yayından çıkartılması kararı da alınabilmektedir. Uygulamada genellikle “HTPP” ve “HTPPS” protokolünü kullanan sitelerin paylaştığı hukuka aykırı içeriğin erişime engellenmesi için Sulh Ceza Hakimliklerince BTK’ye müzekkere yazılmakta, BTK ise erişimin engellenmesi kararını  sadece “HTPP” protokolünü kullanan sitelere karşı uygulayabilmektedir. Bu sebeple hukuka aykırı internet içeriğinin erişime engellenmesi talep edilirken ilgili sitenin hangi protokolü kullandığına dikkat edilmeli ve gerekirse hem erişimin engellenmesi hem de içeriğin yayından çıkartılması talep edilmelidir. Bilişim hukuku kapsamında çalışmalar yürüten deneyimli ekibi ile hukuki danışmanlık hizmeti sunan Dike Hukuk bürosu ile iletişime geçerek kişilik hakkınıza zarar vermekte olan içeriğin erişime engellenmesini veya içeriğin yayından çıkartılmasını talep edebilirsiniz.

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır.

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453


NAFAKANIN KALDIRILMASI DAVASI NEDİR ?

Nafaka, nafaka yükümlüsü ve nafaka alacaklısının sosyal ve ekonomik durumuna  göre belirlenecek olan bir aylıktır. Nafaka yükümlüsü, mahkeme tarafından takdir edilen nafakaya karşı nafakanın kaldırılması adına  dava açma hakkına sahiptir. Dava sonucunda eğer ilgili şartlar sağlanmışsa varsa hakim nafakanın kaldırılmasına karar verecektir.  Duruma göre hakim nafakanın azaltılmasına da karar verebilir. Yine bir başka durum olarak tarafların ekonomik durumlarında oluşan farklılıklara göre nafaka alacaklısı da nafakanın artırılması davası açabilecektir.

I-) NAFAKA TÜRLERİ NELERDİR ?

Nafaka türleri kendi arasında kime ödendiğine veya hangi süre ile ödendiğine göre çeşitli gruplara ayrılabilir. Nafaka türlerini genel olarak 3 başlık altında sınıflandırabiliriz.

A-) Yoksulluk Nafakası

Boşanma sebebi ile, yoksulluğa düşecek olan eşin diğer eşten geçimini ve devam ettirdiği yaşantısının sürekliliğini sağlama amacıyla isteyebileceği nafaka türüdür. Yani boşanmada kusurlu eşin boşanma sebebi ile diğer eşe ödediği nafaka türüdür.

B-) İştirak Nafakası

İştirak nafakası çocukların sahip olduğu nafakadır. Boşanma sonucunda velayetin verilmediği eşin, çocuğunun bakım ve eğitim giderleri için kendi gücü oranında çocuğuna vermiş olduğu nafaka çeşididir.

C-) Tedbir Nafakası

Tedbir nafakası geçici bir önlem teşkil etmektedir, boşanma davası sırasında veya boşanma davası öncesinde istenebilen, özellikle eşlerin barınma, geçinme ve çocuklarının bakım ve giderlerini karşılamaları amacıyla bağlanan nafakadır.

Aşağıda anlattığımız hususlar esasen Yoksulluk Nafakasının kaldırılması davasını şartlarını anlatan hususlardır. Tedbir nafakası özelliği sebebi ile geçici bir nafaka olduğu için hüküm ile beraber ya kendiliğinden kalkar ya da Yoksulluk Nafakasına dönüşür. İştirak nafakasının kaldırılması davasının şartları ise başka bir yazımızın konusu  olacaktır.

II-) NAFAKANIN KALDIRILMASI DAVASININ ŞARTLARI NELERDİR ?

Yoksulluk nafakası; boşanmanın eşlerle ilgili mali sonuçlarından biri olup, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 175. Maddesinde: “Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan mali gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir. Nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz.” şeklinde düzenlenmiştir.

Yoksulluk nafakası talep edebilmenin ilk şartı, boşanma yüzünden yoksulluğa düşmüş olmaktır.

 Yargıtayın yerleşik içtihatlarında da kabul edilen görüşe göre yoksulluk nafakası alan eşin yoksulluk durumunun daha sonradan kalkması halinde yoksulluk nafakasının kaldırılması talepli davanın kabul edilmesi gerekir.

Yoksulluk nafakasının kaldırılması talepli davalarda aranan bir diğer husus ise nafaka borçlusunun maddi durumunun kötüye gitmesidir.

Esasen nafakanın kaldırılması davası TMK’nin 176. Maddesinin 3. Fıkrasında düzenlenmiştir.

“Madde 176- Maddî tazminat ve yoksulluk nafakasının toptan veya durumun gereklerine

göre irat biçiminde ödenmesine karar verilebilir. Manevî tazminatın irat biçiminde ödenmesine karar verilemez. İrat biçiminde ödenmesine karar verilen maddî tazminat veya nafaka, alacaklı tarafın yeniden evlenmesi  ya da taraflardan birinin ölümü hâlinde kendiliğinden kalkar;

alacaklı tarafın evlenme  olmaksızın fiilen evliymiş gibi yaşaması, yoksulluğunun ortadan kalkması ya da haysiyetsiz hayat sürmesi hâlinde mahkeme kararıyla kaldırılır.

Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 2015/17419 Esas, 2016/2787 Karar,  29.02.2016 Tarih

TMK 176/3 maddesine göre; “irat biçiminde ödenmesine karar verilen maddi tazminat veya nafaka, alacaklı tarafın yeniden evlenmesi ya da taraflardan birinin ölümü halinde kendiliğinden kalkar; alacaklı tarafın evlenme olmaksızın fiilen evliymiş gibi yaşaması, yoksulluğun ortadan kalkması ya da haysiyetsiz hayat sürmesi halinde mahkeme kararıyla kaldırılır. Somut olayda; tarafların … Aile Mahkemesinin … tarihinde tarafların boşanmalarına ve davalı lehine 200 TL yoksulluk nafakasına hükmedilmiş ve karar 03.02.2011 tarihinde kesinleşmiştir. Yargılama sırasında kolluk marifetiyle yapılan ekonomik ve sosyal durum araştırmasında davalının .. adlı şahıs ile yaşadığı ve geçimini …’nın sağladığı, davalının nüfus kayıt örneğinde .. adlı çocuğunun … tarafından tanındığı tespit edilmiştir. Öyle ise mahkemece; somut olayda, TMK.’nun 176/3 maddesinde ifadesini bulan “evlilik dışı birlikte yaşama” olgusunun gerçekleştiği gözetilip, davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir.

 Tarafların malî durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hâllerde iradın artırılması veya azaltılmasına karar verilebilir. Hâkim, istem hâlinde, irat biçiminde ödenmesine karar verilen maddî tazminat veya nafakanın gelecek yıllarda tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödeneceğini karara bağlayabilir.”

Burada görüleceği üzere kanun koyucu tarafların malî durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hâllerde nafakanın azaltılabileceğini hüküm altına almıştır.

Alacaklı tarafın evlenme  olmaksızın fiilen evliymiş gibi yaşaması, yoksulluğunun ortadan kalkması ya da haysiyetsiz hayat sürmesi hâlinde ise mahkeme kararıyla kaldırılır.  Yukarıda değindiğimiz şartlar var ise nafakanın tamamen kaldırılması  söz konusu olacaktır.

III-) YETKİLİ MAHKEME HANGİSİDİR ?

Boşanmadan sonra açılacak nafaka davalarında, nafaka alacaklısının yerleşim yeri mahkemesi yetkilidir.

IV-) GÖREVLİ MAHKEME HANGİSİDİR ?

Nafakanın kaldırılmasına ilişkin davalarda görevli mahkeme aile mahkemeleridir. Aile mahkemelerinin bulunmadığı yerlerde, aile mahkemesi sıfatıyla asliye hukuk mahkemeleri görevlidir.

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır.

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453


SAHTE SOSYAL MEDYA HESAPLARINA KARŞI ÇÖZÜMLER NELERDİR ?

Çağımızın buluşu internet yanında birçok sorunu da beraber getirdi. Bu sorunlardan bir tanesi de sahte ( fake ) sosyal medya hesapları. Vatandaşlarımız sosyal medya hesaplarında gezinirken kendi ismi ve kendi fotoğrafları ile açılmış sosyal medya hesapları ile karşılaşabilmektedirler. Peki burada ne yapılabilir ? Yazımızda bu sorunun cevabını arayacağız.

I-) UYGULAMA ÜZERİNDEN GEREKLİ AKSİYONLARIN ALINMASI

İlk olarak yapmanız gereken sahte hesabı  ilgili uygulamanın destek birimine şikayet etmektir. Bu yol bazen işe yarayabilmektedir. Örneğin twitter (yeni adıyla X) veya instagramda adınıza açılmış sahte hesabı kapatabilmeniz için kendi hesabınızdan kimlik doğrulamanızı yapmanız gerekir. Bu işlemi yaptıktan sonra destek birimi devreye girecek ve eğer hesabın sahte olduğu anlaşılırsa sahte hesap kapatılacaktır. Tabi bu süreçte kimlik bilgilerinizi ve kimliğinizin görselini destek ekibi ile paylaşmanız gerekecektir. Destek ekibi genellikle bir kaç gün içinde size dönüş sağlayacaktır. Ancak bu yol her zaman işe  yaramamaktadır  çünkü  bazen   yoğunluktan dolayı destek ekibi  gerekli özeni göstermemekte bazen de hesabı çalınan/kopyalanan kişi ilgili hesabın gerçek sahibinin kendisi  olduğunu veya ilgili hesapta kullanılan fotoğrafların kendi izni dışında kullanıldığını  destek ekibine yeterli verilerle ispatlayamadığı için başvuru sonuçsuz kalmaktadır. Böyle bir durumda aşağıdaki yollar denenebilir.

II-) SUÇ DUYURUSUNUN YAPILMASI

Sahte sosyal medya hesapları çoğu zaman insanların fotoğraflarını ve diğer kişisel bilgilerini izinsiz olarak alıp suç işlemektedir. Bahsi geçen suç TCK’nin 134. Maddesinde düzenlenen  Özel Hayatın Gizliliğini İhlal Suçudur. Yine bir diğer suç olan TCK’nin 136. Maddesinde düzenlenen  Kişisel Verileri Ele Geçirme veya Yayma Suçunun da şartları oluştuğu takdirde işlenebilmektedir. Siber suçlar ile ilgili  şikayetinizi ilgili  Emniyet Müdürlüğüne  veya direkt olarak  savcılığa yapabilirsiniz.

Eğer sahte kullanıcı aynı zamanda sizi tehdit edip hakaretlerde bulunmuşsa o zaman tehdit ve hakaret suçlarından da suç duyurusunda bulunmanız gerekmektedir.

III-) HUKUKİ TAZMİNAT BOYUTU

Böyle bir durumda ceza soruşturması sonrasında şüpheli tespit edilirse,  şüpheli hakkında 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 56. ve diğer maddeleri gereği manevi tazminat davası açabilirsiniz. Yine eğer şartları mevcut ise maddi tazminat davasını da açabilirsiniz.

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır.

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453


ADLİ PARA CEZASI NEREYE VE NASIL ÖDENİR?

I-) Adli Para Cezası Nedir?

Hukuk sistemimizde para cezaları temelde ikiye ayrılmaktadır. Bu ayrıma göre para cezaları adli para cezası ve idari para cezası olmak üzere sınıflandırılmaktadır. Adli para cezası, idari para cezasından farklı olarak ödenmediğinde hapis cezasına çevrilebilmektedir. Bu sebeple adli para cezalarının ödenmesi hususu önem arz etmektedir.

Adli para cezası bir yaptırım türüdür. Suç oluşturan eylemin işlenmesi halinde yaptırım olarak sanığa adli para cezası verilebilir. Ödenecek olan  miktar, suç nedeniyle mağdur olan kişiye değil, devlet hazinesine ödenmektedir. Mahkeme direkt olarak doğrudan doğruya para cezasına hükmedebileceği gibi şartları oluştuğu takdirde hapis cezasını da para cezasına çevirebilmektedir. Bu yazımızın konusu olan adli para cezasının nereye ve nasıl ödeneceği sorusunun cevabı bakımından verilen adli para cezasının doğrudan mı verildiği yoksa hapis cezasından mı çevrildiği konusunun hiçbir önemi yoktur. Her iki durumda da adli para cezası aynı usule göre ödenecektir.

II-) Adli Para Cezasının Miktarı Nasıl Belirlenir?

Türk Ceza Kanunu’nda her suçun bir cezası ve bu cezaların da alt ve üst sınırları bulunur. Adli para cezalarında da bu durum geçerlidir. Bir suç işlenmiş  ise  karşılığında kanun maddesinde yazan sınırlar dahilinde alt ve üst sınırlar belirlenir. Eğer herhangi bir sınır yoksa kural olarak  5 ila 730 gün arasında alt ve üst sınır belirlenir. Adli para cezasının günlük miktarı ise 20 TL ila 100 TL arasında değişiklik göstermektedir. Miktar, suçun derecesi, kişinin sosyal ve ekonomik durumu göz önünde bulundurularak, bizzat mahkeme tarafından belirlenir.

III-) Adli para cezası nereye ve nasıl ödenir ?

Adli para cezasına hükmeden mahkeme maddi durumunuza göre verdiği para cezasının tek seferde veya taksitle ödenmesini kararlaştırabilir. Karar kesinleştikten sonra, kararı veren mahkeme, hükmedilen adli para cezasının tahsili için aynı adliyedeki İnfaz Savcılığı’na bir yazı yazar. İnfaz Savcılığı, mahkemenin kendisine gönderdiği yazının muhteviyatına göre, hükmedilen adli para cezasının taksitle veya peşin ödenmesi için ilgilisine “Adli Para Cezası Ödeme Emri” gönderir.

İnfaz Savcılığı’nın göndereceği Para Cezası Ödeme Emri adresinize tebliğ edilir.   Ödeme emrinin size tebliğinden itibaren hükmedilen adli para cezasını 30 gün içerisinde ödemeniz gerekir. Bu ödeme emrini aldığınızda Adliyede bulunan Cumhuriyet Savcılığı İnfaz Bürosu’na başvurmanız ve  infaz kaleminden ilgili Vergi Dairesi’ne hitaben yazılmış bir yazı almanız gereklidir. İnfaz Bürosu’nun verdiği yazıyla Vergi Dairesi’ne ödeme yapıldıktan sonra yapılan ödemeye dair dekont temin edilerek Cumhuriyet Savcılığı İnfaz Bürosu’na teslim edilmelidir.

IV-) Adli Para Cezası Ödenmezse Sonuçları Ne Olur ?

Mahkeme tarafından uygun görülen adli para cezası ödenmezse cezası hapis cezası olarak değiştirilir. Adli para cezasının bir kısmı ödenir, bir kısmı ödenmezse, ödenmeyen kısım hapis cezasına çevrilir.

“8. Ceza Dairesi 2011/9823 E., 2011/13423 K.

Hapisten Çevrilen Para Cezası Ödenmezse Önceki Cezasına Çevrilir

Ceza Genel Kurulunun 07.12.2010 gün, 2010/236 esas, 2010/254 sayılı kararında da belirtildiği üzere, adli para cezasının TCK’nin  50. maddesine göre belirlendiği hallerde, suç tarihi ne olursa olsun, ödenmeyen adli para cezasının aynı usulle yani mahkemece bir gün karşılığı takdir olunan miktar üzerinden hapis cezasına çevrilmesi gerektiğinden…”

Bu şekilde kişi cezasının karşılığını ödemiş olur. Bunun haricinde de  kişinin kamu yararına çalışması uygun görülebilir. Hükümlü ceza miktarına göre belirlenen gün sayısınca kamu yararına mahkemenin gösterdiği bir yer ve işte çalışma da yapabilir

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır.

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453


KİRA HUKUKUNDA TAHLİYE TAAHHÜTNAMESİ

I-) Tahliye Taahhütnamesi Nedir?

“Tahliye taahhütnamesi” genellikle kiracı ve ev sahibi arasındaki anlaşmazlıklarda kullanılan bir belgedir. Bu belge, kiracının, belirli bir tarihte ya da süre içerisinde, kira sözleşmesinin sona ermesi ve evi boşaltması konusunda bir taahhüt verdiğini gösterir. Tahliye taahhütnamesi genellikle kira sözleşmesinin sonlanması için ihtiyaç duyulan süreçlerde kullanılır. Kiracı, taahhütname ile belirli bir tarihte evi boşaltmayı kabul eder. Böylelikle, ev sahibi de bu taahhütnameyi bir delil olarak kullanabilir. Bu belge, genellikle yazılı olarak düzenlenir ve her iki tarafın da anlaşmazlık yaşaması durumunda yasal bir dayanak oluşturur.

Kiracı, taahhütnamede belirtilen tarihe kadar evi boşaltmazsa ev sahibi yasal yollara başvurabilir ve tahliye sürecini başlatabilir. Tahliye taahhütnamesi, kira sözleşmelerinin sonlandırılması sürecinde güvenliği sağlamak adına kullanılır. Taraflar arasında anlaşmazlık yaşanmaması ve her iki tarafın da haklarının korunması için bu belgenin düzenlenmesi önerilir. Yine de bu tür belgelerin hazırlanması veya imzalanması öncesinde, tarafların yasal düzenlemelere ve sözleşmeye ilişkin detaylara dikkat etmeleri, konuya hakim bir avukattan hukuki destek almaları önemlidir.

II-) Tahliye Taahhütnamesinin Geçerlilik Şartları

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu m. 352/1’e göre; “Kiracı, kiralananın teslim edilmesinden sonra, kiraya verene karşı, kiralananı belli bir tarihte boşaltmayı yazılı olarak üstlendiği hâlde boşaltmamışsa kiraya veren, kira sözleşmesini bu tarihten başlayarak bir ay içinde icraya başvurmak veya dava açmak suretiyle sona erdirebilir.” Maddeden de anlaşılacağı üzere, tahliye taahhütnamesi birtakım “geçerlilik şartlarına” sahiptir.

A-) Yazılılık

Her şeyden önce, tahliye taahhütnamesi “yazılı” olmak zorundadır. Aksi durumda ortada bir tahliye taahhütnamesi olduğundan bahsedilemez. Buradaki yazılılık unsuru, resmi şekle tabi değildir. Yani “adi yazılı” tahliye taahhütnamesi; örnek verecek olunursa herhangi bir kağıda elle yazılıp imza altına alınan bir taahhütname dahi, yazılılık unsurunu karşılar.

B-) Tarafların İmzası

Tahliye taahhütnamesi kiracı ve kiraya veren tarafından imza altına alınmalıdır. Taahhütname, kiracı veya onun yetkili temsilcisi dışında biri tarafından imzalanırsa geçersiz kabul edilecektir (yetkili temsilci, tahliye taahhütnamesi imzalamak üzere özel olarak yetkilendirilmiş olmalıdır). Aynı şekilde kiraya veren de taahhütnameyi imza altına almak zorundadır. Kiraya veren dışında başka bir kimseye verilen taahhüt, geçerlilik taşımayacaktır.

C-) Tarih İbaresi

Tahliye taahhütnamesi, ilgili maddede belirtildiği üzere, kiracının kiralananı hangi tarihte boşaltacağını açık olarak içermelidir. Üzerinde tarih bulunmayan bir tahliye taahhütnamesinin geçerliliğinden bahsedilemez. Bu tarih, kiralananın teslim alınmasından sonraki bir tarih olmalıdır.

III-) Kiraya Verenin Başvuru Hakkı

İlgili madde kiraya verenin tahliye taahhüdünü, taahhüt metnindeki tarihten itibaren bir ay içinde, icra ya da dava yoluyla işleme koyması gerektiğini düzenlemiştir. Bu bir aylık süre hak düşürücü süre olduğundan, sürenin geçmesiyle birlikte kiraya verene tanınan bu hak da ortadan kalkacaktır. Yani; kiraya veren, hak kaybına uğramamak ve kiracının tahliyesini sağlayabilmek için taahhütname üzerindeki tarihten itibaren bir ay içinde (örneğin taahhütte belirtilen tarih 15 Kasım 2023 ise 15 Aralık 2023 tarihine kadar) belirtilen yollardan birine müracaat etmelidir.

IV-) Yüksek Mahkeme Kararı

“…somut olay incelendiğinde; davacı vekili davalı …’un dava konusu taşınmazda 05.03.2010 başlangıç tarihli kira sözleşmesi gereğince aylık 3.350TL kira bedeli ile kiracı olduğunu, davalının dört yıldır kiracı olarak bulunduğu işyerini son dönem başından sonra verdiği 14.03.2013 tarihli taahhütname ile 04.03.2014 tarihinde boşaltacağını kayıtsız ve şartsız olarak kabul ettiğini, davalının yazılı taahhüdüne uymadığını ileri sürerek taahhüt nedeniyle kiralanandan tahliyesine karar verilmesini istemiştir. Davalı vekili, davaya dayanak yapılan tahliye taahhüdünün davacı tarafça kira sözleşmesinin imza edildiği tarihten önce alındığını, davacının, taşınmazın kiracı sıfatıyla kullanılabilmesinin ön şartı olarak ileri sürdüğü taahhütnameyi müvekkiline manevi cebir altında imzalattığını, bu şekilde imza edilen taahhüt tarafların gerçek iradelerini yansıtmaktan uzak olduğundan geçerli olmadığını, davacının kötü niyetli olduğunu belirterek davanın reddini savunmuş ise de yukarıda da belirtildiği üzere TMK’nin 6 ve HMK’nin 190. maddesi gereğince ispat yükü, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir. Tahliye taahhütnamesinin kira sözleşmesinden önce imzalatıldığını iddia eden davalı kiracı bu iddiasını ispat etmekle yükümlüdür…” (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 28.09.2021, E. 2017/975, K. 2021/1108)

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır.

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453

ANAYASA MAHKEMESİNE BİREYSEL BAŞVURU

I-) BİREYSEL BAŞVURU NEDİR ?

Bireysel başvuru, herkesin Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve buna ek Türkiye’nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla başvurabileceği bir hak arama yoludur. “ ( https://www.anayasa.gov.tr/)

Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru, 2010 yılında  yapılan Anayasa değişikliğiyle hukuk sistemimize girmiştir. Nispeten yeni olan bu yol hak kaybına uğradıklarını düşünen  vatandaşlarımız için iç hukuk sitemimizdeki son yoldur.  Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru, herkesin Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki haklarından herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla başvurabileceği bir hak arama yoludur. Bu yola başvurmak için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması gerekmektedir.

Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve buna ek olarak Türkiye’nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki hak ve hürriyetlerin herhangi birisinin kamu gücü tarafından ihlalinden kaynaklı olarak başvuru yapılabilir. Bu kapsamda  yaşama hakkı, kişi hürriyeti ve güvenliği, işkence ve eziyet yasağı , hak arama hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, mülkiyet hakkı, temel hak ve hürriyetlerin korunması gibi hakların ihlal edilmesi halinde kişi Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkını kullanabilir.

II-) BİREYSEL BAŞVURU NASIL YAPILIR ?

Bireysel başvuru adliyelerdeki ön bürolardan yapılır. Bireysel başvuruya konu etmek istediğiniz kararı hangi mahkeme vermişse o mahkeme türündeki herhangi bir ön bürodan bireysel başvurunuzu yapabilirsiniz. Örneğin İzmir 10. Asliye Ceza Mahkemesinin verdiği bir karar için Türkiyede herhangi bir adliyenin Asliye Ceza Mahkemesi ön bürosundan bireysel başvuru yapabilirsiniz. Ancak unutmamalısınız ki bireysel başvuru yaparken bireysel başvuru formunu doldurmak zorundasınız. Herhangi bir dilekçe ile başvuru yapmak mümkün değildir. AYM’nin belirlediği  matbu formun ilgili yerlerini doldurarak başvuru yapmak zorunludur.

A-) BİREYSEL BAŞVURU FORMU NASIL TEMİN EDİLİR ?

https://www.anayasa.gov.tr/tr/bireysel-basvuru/bireysel-basvuru-elektronik-formu/ adresinden formu indirdikten sonra doldurabilirsiniz.  Yukarıdaki adres Anayasa Mahkemesinin resmi internet adresidir.

Ancak bu linkteki başvuru formunun indirildikten sonra açılıp doldurulabilmesi için ilgili programların bilgisayarınızda yüklü olduğundan emin olmalısınız.

B-) BİREYSEL BAŞVURU UYAP’TAN YAPILABİLİR Mİ ?

Bireysel başvuru maalesef ki UYAP üzerinden yapılamamaktadır. Her ne kadar buna ilişkin çalışmalar sürüyor olsa da kısa zamanda çalışmanın bitmesi beklenmemektedir. Fiziken başvuru yaptıktan yaklaşık 1 ay sonra UYAP üzerinden bireysel başvurunuzu sorgulayabilirsiniz.

C-) ANAYASA MAHKEMESİNE BİREYSEL BAŞVURUDA SÜRE

6216 sayılı Kanun’un 47. maddesinin beşinci fıkrasına göre Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru süresi olağan kanun yollarını tüketen nihai işlemin başvurucuya tebliğ edildiği tarihten veya kanun yolu öngörülmemişse ihlâlin öğrenildiği tarihten başlayarak 30 gündür. Başvuru süresi, bireysel başvurunun ön şartlarından biri olup, incelemenin her aşamasında dikkate alınması gereken kamu düzeninden kaynaklanan bir usul kuralıdır. Bu nedenle bu süreler geçtikten sonra yapılan başvurular ise süre aşımı nedeniyle incelenemeyecektir. Ancak mücbir sebep veya ağır hastalık gibi haklı bir mazereti nedeniyle süresi içinde bireysel başvuruda bulunamayanlar, mazeretin kalktığı tarihten itibaren on beş gün içinde, mazeretiyle ilgili açıklamalara başvuru formunda yer verip mazeretini ispatlayan belgeleri başvuru formuna ekleyerek Anayasa Mahkemesine başvurabilirler.

Burada en önemli hususlardan bir tanesi de bireysel başvuruya konu edilecek kararı  UYAP sistemi üzerinden öğrenmenin süreye etkisi konusudur. Diyelim ki dosyanız Yargıtay önünde temyiz aşamasında, UYAP sistemine girdiğiniz ve Yargıtay ilgili dairesi tarafından gerekçeli kararın yüklendiğini gördünüz ardından kararı açtınız. İşte burada AYM 30 günlük hak düşürücü  bireysel  başvuru  süresinin başlangıcı için bunu yeterli görmekte, gerekçeli kararın tebliğ edilmesini beklememektedir. O yüzden UYAP sistemi üzerinden açtığınız evrakları  dikkatlice açmanız ve bu konuyu avukatınıza bildirmeniz önem arz etmektedir. Aksi takdirde hak kaybı oluşabilir, istemeden bireysel başvuru süresini kaçırabilirsiniz.

III-) BİREYSEL BAŞVURUNUN TAKİBİ

A-) BİREYSEL BAŞVURU NE ZAMAN KARARA BAĞLANIR ?

Bireysel başvurular geliş sırasına göre incelenerek karara bağlanır. Ancak Anayasa Mahkemesi, başvuruların konuları itibariyle önemini ve aciliyetini göz önünde bulundurarak tespit ettiği kriterler çerçevesinde farklı bir inceleme sıralaması belirleyebilir. 2023 yılı itibari ile yapılan tüm bireysel başvuru kararlarının ortalama karar süresini 2 yıl 6 ay 27 gün olduğu tespit edilmiştir. Ancak bu süre ortalama bir  süredir. Sizin başvurunuz daha erken veya daha geç sonuçlanabilir.

B-) BİREYSEL BAŞVURU DURUMUNU NEREDEN SORGULAYABİLİRİM ?

Daha önce yaptığınız bireysel başvurunun hangi aşamada olduğunu UYAP sistemi üzerinden bireysel başvuru sorgula sekmesine tıklayarak öğrenebilirsiniz. UYAP Vatandaş sistemine e-devlet şifreniz ile giriş yapabilirsiniz.

Çok sayıda başvuru şekil şartlarını taşımadığı için kabul edilebilirlik incelemesinden geçememektedir. Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru oldukça teknik bir konu olup alanında deneyimli bir avukatla çalışmak önem arz etmektedir. Ülkemiz hukuk sisteminin son karar mercii olan bu imkanın usul hataları sebebiyle boşa gitmesi telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracaktır. Konu hakkında detaylı bilgi sahibi olmak için iletişim formunu doldurarak veya telefonla bize ulaşabilirsiniz.

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır.

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453


İHTİYAÇ SEBEBİYLE TAHLİYE DAVASI

MALİKİN İHTİYACI NEDENİYLE TAHLİYE DAVASI

İhtiyaç sebebiyle tahliye davasının bazı şartları vardır. Kiraya verenin veya kanunda belirtilen yakınlarının kiralanan taşınmaza ihtiyaç duymaları ya da kiralanan taşınmazın yeniden inşası veya imarı amacıyla esaslı onarımı, genişletilmesi ya da değiştirilmesi gerekiyor ve bu işler sırasında kiralananın kullanılması imkânsız ise kiraya veren açacağı davası ile kira sözleşmesini sona erdirebilir ve kiracıyı tahliye edebilir.

I-) GÖREVLİ VE YETKİLİ MAHKEME

Tahliye davalarına bakmaya görevli mahkeme sulh hukuk mahkemeleridir. Yetkili mahkeme ise kiralananın bulunduğu yer mahkemesidir.

II-) DAVANIN KAZANILMASINDA ETKİLİ HUSUSLAR NELERDİR

A-) DAVA ŞARTLARI

1-) GENEL ŞARTLAR

Malikin ihtiyacı sebebiyle dava açılabilmesi iki ayrı durumdan kaynaklanabilir.

1- Kiraya verenin veya kanunda belirtilen yakınlarının kiralanan taşınmaza ihtiyaç duymaları.

2- Kiralanan taşınmazın yeniden inşası veya imarı amacıyla esaslı onarımı, genişletilmesi ya da değiştirilmesi gerekmesi ve bu işler sırasında kiralananın kullanılmasının imkânsız olması.

Uygulamada daha sık karşılaşılan durum kiraya verenin veya kanunda belirtilen yakınlarının kiralanan taşınmaza ihtiyaç duymasıdır. Bu nedenle bu yazıda bu durumu inceleyeceğiz. Davacının aynı ilde başka taşınmazının bulunmadığı, başka taşınmazı varsa onun ihtiyacını karşılamadığı gibi hususları her türlü delille ispat etmesi gerekmektedir.

2-) ARABULCULUK ŞARTI

7445 sayılı yasanın 37. Maddesi ile 6325 sayılı yasada düzenlenen 18/B hükmü uyarınca ihtiyaç sebebiyle tahliye davası açılmadan önce arabuluculuğa başvurulmuş olması şarttır.

B-) SÜRESİ

Belirli süreli kira sözleşmelerinde, sözleşme süresinin sona ermesinden itibaren bir ay içinde tahliye davası açılmalıdır. Belirsiz süreli kira sözleşmelerinde fesih dönemine ve fesih bildirimi için öngörülen sürelere uyularak belirlenecek tarihten itibaren 1 ay içinde tahliye davası açılmalıdır.

Ayrıca malik, en geç davanın açılması için öngörülen sürede dava açacağını kiracıya yazılı olarak bildirmişse, dava açma süresi bir kira yılı için uzamış sayılır.

III-) DAVADA NELER TALEP EDİLEBİLİR

Kiraya verenin kendisinin, eşinin, altsoyunun, üstsoyunun, kanun gereği bakmakla yükümlü olduğu kişilerin taşınmazın konut veya iş yeri olarak kullanılması yönünde gerçek ve samimi bir ihtiyaçları olması halinde bu dava açılarak kiracının tahliyesi talep edilebilir.

Gerçek ve samimi kabul edilebilecek ihtiyaçlara örnek olarak bazı haller sayılabilir:

  1. Kiraya verenin kirada oturması,
  2. Kiraya verenin eşinden boşanması,
  3. Kiralananın kiraya verenin çocuğunun eğitim aldığı kurumlara yakın olması,
  4. Kiraya verenin evlenmesi, çocuğunun olması gibi sebeplerle oturduğu evin küçük gelmesi,
  5. Kiraya verenin yurt dışından kesin dönüş yapması,

Bu ihtiyacın yargılama sırasında da devam etmesi gerekmektedir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bir kararında devamlılık arz etmeyen geçici ihtiyaçlar nedeniyle tahliye yapılamayacağını belirtmiştir.

IV-) DAVANIN SONUCUNDA HANGİ İHTİMALLER SÖZ KONUSUDUR

A-) DAVANIN KAZANILMASI

Mahkemenin davanın kabulüne ilişkin kararının kesinleşmesiyle kiracı evi boşaltmak zorundadır. Kiracı kendi iradesiyle evi boşaltmaz ise icra müdürlüğü marifetiyle evin tahliyesi sağlanabilmektedir. Kiracı tahliye sırasında taşınmazdaki eşyalarını teslim almaktan kaçınırsa bu eşyalar yediemin sıfatıyla bir depoya kaldırılmaktadır.

Davanın kazanılmasının bir diğer sonucu ise yeniden kiralama yasağıdır. İhtiyaç sebebine dayanarak kiracısını çıkaran malik, haklı sebep olmaksızın, kiralananı üç yıl geçmedikçe eski kiracısından başkasına kiralayamaz. Malik bu yasağı ihlal ederse eski kiracısına son kira yılında ödenmiş olan bir yıllık kira bedelinden az olmamak üzere tazminat ödemekle yükümlüdür.

B-) DAVANIN KAYBEDİLMESİ

Davanın kaybedilmesinin ilk sonucu yapılan yargılama giderleri ve karşı vekalet ücretinin davacı üzerine kalmasıdır.

Davanın reddedilmesi halinde kiracı için malikin ihtiyaç sebebiyle tahliyesini düzenleyen yasa hükmü uyarınca tahliye kararı alınamamış olur. Ancak bu durum eğer şartları varsa diğer tahliye sebeplerine dayanılmasını ve bu sebepler uyarınca dava açılmasını engellemez. Ayrıca malik bir sonraki kira dönemi sonunda ihtiyacı olması halinde tekrar ihtiyaç sebebiyle tahliye davası açabilir.

V-) İLGİLİ MEVZUAT VE EMSAL İÇTİHATLAR

A-) İLGİLİ MEVZUAT

Malikin ihtiyaç sebebiyle tahliye davası açabilmesi, malikin ihtiyaç sebebiyle tahliyeden ayrı olarak Türk Borçlar Kanunu’nun m.350 hükmünde“Kiraya veren, kira sözleşmesini;
1. Kiralananı kendisi, eşi, altsoyu, üstsoyu veya kanun gereği bakmakla yükümlü olduğu diğer kişiler için konut ya da işyeri gereksinimi sebebiyle kullanma zorunluluğu varsa,

2. Kiralananın yeniden inşası veya imarı amacıyla esaslı onarımı, genişletilmesi ya da değiştirilmesi gerekli ve bu işler sırasında kiralananın kullanımı imkânsız ise,
belirli süreli sözleşmelerde sürenin sonunda, belirsiz süreli sözleşmelerde kiraya ilişkin genel hükümlere göre fesih dönemine ve fesih bildirimi için öngörülen sürelere uyularak belirlenecek tarihten başlayarak bir ay içinde açacağı dava ile sona erdirebilir
.” şeklinde düzenlenmiştir.

Aynı kanunun devamında m.355 hükmünde ise “Kiraya veren, gereksinim amacıyla kiralananın boşaltılmasını sağladığında, haklı sebep olmaksızın, kiralananı üç yıl geçmedikçe eski kiracısından başkasına kiralayamaz….Kiraya veren, bu hükümlere aykırı davrandığı takdirde, eski kiracısına son kira yılında ödenmiş olan bir yıllık kira bedelinden az olmamak üzere tazminat ödemekle yükümlüdür.” şeklinde yeniden kiralama yasağı düzenlenmiştir.

B-) EMSAL İÇTİHATLAR

Yargıtay 6. HD., E. 2015/8670 K. 2016/1815 T. 9.3.2016 kararı:

Somut olayda; Her ne kadar bilirkişi raporunda 1774 ada 11 parselde bulunan taşınmazın konumu ve bahçesinin bulunması sebebiyle yapılacak işe daha uygun olduğu belirtilmişse de; Dava konusu taşınmazın ise kullanım alanının aynı olduğu, ihtiyaç konusuna uygun ve aynı işin yapıldığı ve bu iş için kullanıldığı, emsal taşınmazın boş olmadığı tamamının başka bir şirkete kiralandığı anlaşılmaktadır.Davacı, malikin taşınmazlarından ihtiyaca konu işi yapmak için dava konusu taşınmazı tercih ettiği, ihtiyaçlının okuldan mezun olduğu, yüksek lisansın yapılacak işe engel olmayacağı ve ihtiyaç iddiasının tanık beyanları ile de kanıtlandığı hususları birlikte değerlendirildiğinde davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.”

Yargıtay 6. HD., E. 2015/13416 K. 2016/6628 T. 10.11.2016 kararı:

 “Davaya dayanak yazılı kira sözleşmesi 01/07/2012 başlangıç tarihli ve bir yıl süreli olduğuna göre, taraflar arasındaki sözleşme yıldan yıla yenilenerek, davanın açıldığı 23/06/2015 tarihine nazaran 01/07/2015 tarihinde dönem sona ermiştir. Bu durumda dönem bitmeden 23/06/2015 tarihinde açılan dava süresinde değildir.

Davacı tarafça keşide edilen 28.05.2015 tarihli tahliye iradesini bildirir ihtarname var ise de, bu ihtar 01.07.2015-01.07.2016 kira dönemi için süre koruyucu niteliğindedir. Bu durumda mahkemece davanın sözleşme süre bitimini beklenmeden açılması sebebiyle süre yönünden davanın reddine karar verilmesi gerekirken işin esasının incelenerek tahliye kararı verilmesi doğru değildir.”

Dava açma süresi kira sözleşmesinin türüne göre değişmektedir. Süresinde açılmayan davalar doğrudan süreden reddedilmektedir. Ayrıca ihtiyacın gerçek ve samimi olup olmadığı, olayın şartlarına göre değerlendirilmektedir. Dava açma süresinin sizin sözleşmenize göre belirlenebilmesi ve ihtiyacınız özelinde değerlendirme yapılabilmesi için iletişim formunu doldurarak veya telefonla bize ulaşabilirsiniz.

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır.

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453


YABANCI TÜRLERİ NELERDİR?

Yabancılar Hukuku hakkındaki yazımızda yabancılar hukukunun genel hatları ortaya konulmuştu. Bu yazımızda da yabancı türlerinin neler olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.

I-) YABANCI DEVLET VATANDAŞLARI

Vatandaşlık bağı ile bağlı olunan ülkenin sınırlarından çıkarak bir başka ülkenin sınırlarından içeri giren kişi, bu ülke devleti bakımından yabancı sayılır.

Birden fazla ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı bulunan kimseler, vatandaşı oldukları ülkeler nazarında yabancı olarak kabul edilmeyeceklerdir. Örneğin hem Türk hem de Alman vatandaşlığına sahip bir kişi Türkiye’de iken, bir başka ülkeye de vatandaşlık bağı ile bağlı olduğu için yabancı sayılmayacaktır ve Türk vatandaşlığı esas alınacaktır.

II-)  VATANSIZLAR

Hiçbir devletle vatandaşlık bağı bulunmayan kişilerin vatansız olarak kabul edileceğine ilişkin olarak karşılaştırmalı hukukta yahut Türk hukukunda bir tartışma bulunmamaktadır.

Vatansızlar için Almancada ‘heimatlos’, Fransızcada ‘apatride’ ve İngilizcede ‘statelessperson’ ifadeleri kullanılmaktadır.

Özellikle dünya savaşlarından sonra pek çok kişinin vatansız kalmasından sonra karşı karşıya kalınan bu durumla mücadele etmek amaçlı 1954 yılında New York’da BM bünyesinde imzalanmış olan ‘Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme’ ile 1973 tarihinde imzalanmış olan ‘Vatansızlık Hallerinin Sayısının Azaltılmasına İlişkin BM Sözleşmesi’ gibi Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmeler mevcuttur. Bu sözleşmelerle amaçlanan, hiçbir devletin hukuki korumasından faydalanamayan vatansız kimselere, asgari olarak bir kısım temel hakları tanımaktır. 1954 tarihli sözleşmede, vatansız kişilerin yabancılarla eş değerde tutulacağı kabul edilmiştir. Temel hak ve özgürlüklerde ise ilke olarak vatandaşlarla eşittirler.

Türkiye’de kişilerin vatansız olduğunun tespiti Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nce yapılarak bu kimselere valiliklerce vatansız kişi kimlik belgesi düzenlenir. Bu belgede yabancı kimlik numarası da bulunmaktadır. Ayrıca bu belge iki yıllık geçerliliğe sahip ikamet izni yerine geçmektedir.

Vatansızlar, yabancıların bir kısım haklardan faydalanabilmeleri için aranan karşılıklılık şartından muaftırlar. Vatansızlar Uluslararası İşgücü Kanunu’nda belirtildiği üzere istisnai çalışma izni ile Türkiye’de çalışabilir ve de uluslararası seyahatlerini yabancılara mahsus damgalı pasaport ile gerçekleştirebilirler. Vatansızlar kamu düzeni için tehlike oluşturacak eylemlerin içinde olmadıkları müddetçe sınır dışı edilemezler. Vatansız kişinin herhangi bir ülke vatandaşlığını kazanmasıyla birlikte vatansızlık statüsü de sona erecektir.

III-) MÜLTECİLER VE ŞARTLI MÜLTECİLER

Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesinde mülteci tanımı “ırk, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacaklarından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korunmasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahıs” şeklinde yapılmıştır. Türkiye de bu sözleşmeye taraftır. Mültecilik statüsünden faydalanılması için sözleşmede belirtilen unsurların birlikte bulunması aranır.

1951 tarihli Cenevre Sözleşmesinin ilk halinde, sözleşme tarihinden sonra ve Avrupa dışında meydana gelen olaylardan doğan durumlar sözleşme kapsamına dahil değilken, 1967 tarihli ek protokol ile birlikte yer ve zaman yönünden bulunan bu kısıtlamalar kaldırıldı. Ancak Türkiye ek protokolün coğrafi sınırlandırmayı kaldıran maddesine çekince koymuştur ve sadece Avrupa’dan gelen başvurucuların mülteci pozisyonuna sahip olduğunu kabul etmeye devam etmiştir.

Avrupa ülkeleri dışındaki ülkelerden gelen ve mülteci statüsü verilmesi için gerekli olan şartları taşıyanlar ise Türkiye tarından şartlı mülteci olarak kabul edilmektedir. Şartlı mültecilerin üçüncü bir ülkeye yerleştirilmelerine kadar Türkiye’de kalmalarına izin verilir.

1990 tarihli AB Dublin Sözleşmesi’ne baktığımızda ise ayrıca bir sığınmacı tanımı “sığınmak için başvurmuş ancak başvurusu kesin karara bağlanmamış yabancı” şeklinde yapılmıştır. Türk hukukunda ise şartlı mültecilerin daha sonradan mülteci olabileceklerine ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Bu noktada uluslararası hukuk ile Türk hukuku arasındaki terminoloji farkına dikkat etmek gerekecektir. Türk hukukunda ‘sığınmacı’ kavramı bulunmamaktadır. Aynı hükümlere tabi olmasa da bu kavramın yerine geçen statü Türk hukukunda şartlı mültecilik statüsüdür.

IV-) GÖÇMENLER

Yaşadığı ülkeyi ekonomik, siyasi, sosyal ya da kültürel sebeplerle terk ederek başka bir ülkeye yerleşmek maksadıyla giden kişilere göçmen/muhacir denir. Göç tanımı yapılırken gözetilmiş olan temel unsurlar mecburi ve zorlayıcı bir sebepten ziyade daha çok yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik ekonomik sebeplerin varlığı ile göç edilen ülkeye yerleşmek maksadıyla gidiliyor oluşudur. Göç içe, dışa ve transit göç olarak sınıflandırılabilir. Buna göre bir ülkeden dışarıya yapılan göçler dışa göç; içeriye yapılan göçler içe göç; başka bir ülkeye göçmek maksadıyla geçici olarak üçüncü bir ülkeden geçmek de transit göç denilmektedir.

Türk hukukunda ise göçmen tanımı 5543 sayılı İskan Kanunu’nda “ Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olup, yerleşmek amacıyla tek başına veya toplu halde Türkiye’ye gelip bu Kanun gereğince kabul olunanlardır” şeklinde yapılmıştır. Görüldüğü üzere ülkemizde uluslararası hukuktan çok farklı bir göçmen tanımı benimsenmiştir.

Kanunda göçmenlerin devletten iskân yardımı beklememeleri halinde bu tip göçmenlere ‘serbest göçmen’; devlet tarafından kendilerine taşınmaz mal tahsis edilenlere ‘iskânlı göçmen’; aile olarak gelenlere ‘münferit göçmen’; toplu aileler halinde gelenlere ise ‘toplu göçmen’ denilmektedir.

Türk soyundan olmayanlar, Türk kültürüne bağlı olmayanlar, sınır dışı edilmiş olanlar ve ülkeye gelmesinde güvenlik bakımından sakınca görülenler göçmen olarak kabul edilmemektedirler.

Aynı kanunda Türk soyundan olmanın ve Türk kültürüne bağlı bulunmanın tespitinin Bakanlar Kurulu tarafından yapılabileceği belirtilmekteydi ancak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte bu tespitler Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile yapılabilir hale gelmiştir.

V-) ÖZEL STATÜLÜ YABANCILAR

Devletlerarası ikili anlaşmalarla, milletlerarası teamül gereği, milletlerarası anlaşmalarla yahut iç hukuk kurallarınca bazı kimselere özel/ayrıcalıklı yabancı statüsü verilmektedir.

Örneğin devlet başkanları, dış işleri bakanları, yabancı devlet diplomatları, konsolosluk temsilcilikleri, NATO ve BM gibi milletlerarası kuruluş temsilcileri uluslararası anlaşmalar ile teamüller gereği özel statülü yabancı olarak kabul görürler.

Avrupa Birliği mensubu olan ülkeler ise birliğe mensup diğer ülke vatandaşlarını ‘Birlik Yurttaşlığı’ adı altında özel bir statüde değerlendirirler. Birlik yurttaşlarının diğer yabancılara kıyasla oldukça geniş hakları bulunur. Amerika Birleşik Devletleri ise Green Card adı verilen uygulama ile birlikte özel statülü bir çalışma ve ikamet izni statüsüne sahiptir.

Türk iç hukukunda da örnekleri vardır. Doğumla Türk vatandaşlığını kazandıktan sonra yetkili makamlardan aldığı vatandaşlıktan çıkma izni ile başka bir ülkenin vatandaşlığına geçmiş olan kişiler ile onların üçüncü dereceye kadar olan altsoyları da özel statülü yabancı konumunda olurlar. Bu kimseler Türk Vatandaşlık Kanunu’nda öngörülen haklardan Türk vatandaşları gibi yararlanmaya belirlenen sınırlar dahilinde devam edebileceklerdir.

Bunların yanında KKTC vatandaşı olanlar ile Türk vatandaşı ile evli bulunan yabancılar da özel statülü yabacılar arasında sayılabilirler.

VI-) TÜZEL KİŞİLER

Tüzel kişiler şirketler, dernekler ve vakıflar olmak üzere üç temel başlığa ayrılmaktadır. Hukukumuzda tüzel kişilerin tabiiyetini tespit ederken kuruluş yeri ve merkez yeri gözetilir. Karşılaştırmalı hukukta bu esasların yanında şirketler bakımından sermaye ülkesi ve kontrol sistemi gibi farklı esaslar da görülmektedir.

Ülkemiz hukukuna göre merkezi Türkiye’de olamayan şirketler yabancı şirket kabul edilir. Bununla birlikte merkezi Türkiye’de olsa dahi yabancı ortağı bulunan şirketler hakkında bazı kısıtlamalar içeren mevzuat hükümlerine rastlanmaktadır. Ancak kendi alanlarında makul sebeplere sahip olan bu kısıtlamalar, Türkiye merkezli bir şirketin yabancı kabul edilmesini gerektirecek ölçüde değildir.

Türkiye’de kurulmuş olan dernek ve vakıflar ise Medeni Kanun gereği Türk tabiiyetinde kabul edileceklerdir.

Özet olarak kuruluş işlemlerini Türkiye dışında tamamlamış olan idare merkezleri yurtdışında olan tüzel kişilerin hukukumuza göre yabancı tüzel kişiler olduğunu söylemek yerinde olacaktır.

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır.

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453


YABANCILAR HUKUKU NEDİR?

 

‘Yabancı’ kavramı bir ülkede bulunan yabancı statüsündeki kimselerin hak ve yükümlülüklerini ortaya koyması açısından önem arz eder. Bu önem ülkelerin hukuk sistemlerinin vatandaşlara ve yabancılara ilişkin ayrı düzenlemelere sahip olmasından kaynaklanır. Çalışma, yabancı kavramının unsurlarını ve sınırlarını belirlemenin yanında yabancı türlerini de ortaya koyarak yabancılar hukukunun konusunu belirlemek amaçlarını ihtiva eder.

I-) YABANCILIK STATÜSÜ

Tarihsel süreç boyunca insanlar iş, eğitim, savaş, seyahat ve başkaca sebeplerle tabii bulundukları idarelerin sınırları dışına çıkmak durumunda kalmışlardır. Günümüz dünyasında ise bireylerin vatandaşları oldukları devletin sınırlarının dışına çıkma oranları oldukça artmış ve de uluslararası seyahatler oldukça yoğunlaşmıştır.

Vatandaşlık bağının bulunmadığı ve hatta vatandaşlık bağının bulunduğu iddiasına da sahip olunamayacağı bir ülkede bulunan birey, bulunduğu ülkede o ülkenin kendi vatandaşlarının statüsünden daha az elverişli olan ‘yabancı’ statüsüne sahip olur. Gerçek kişilerin yanı sıra tüzel kişiler için de yabancılık hususu söz konusu olmaktadır.

Her ne kadar modern uluslararası hukukun gereği olarak kişiler vatandaş- yabancı farkı gözetilmeksizin insan hak ve özgürlüklerinin evrensel koruması altında bulunsalar da, sırf yabancılara uygulanan hükümler uluslararası ve bölgesel anlaşmaların öngördüğü ve de ulusal mevzuatlarda düzenlendiği şekilde kendilerine hukuk sistemlerinde yer bulur. ‘Yabancı’ kimselerle ilgili olan yasal hükümlerle ulusal ve uluslararası hukukun pek çok alanında karşılaşılmaktadır. Bu noktadan hareketle ‘yabancı’ kavramının ne olduğu; bu kavramın altında hangi türlerin sayılabileceği ve bu kapsamda yabancılar hukukunun konularının neler olabileceğini ortaya koymaya çalışacağız.

II-) YABANCI KAVRAMI

Türk Dil Kurumu’nun ‘yabancı’ kelimesi için ilk sıradan sunmuş olduğu anlam karşılığı “Başka bir milletten olan, başka devlet uyruğunda olan kimse, bigâne, ecnebi’ dir.

Devletler Hukuku Enstitüsünün 1892 tarihli Cenevre toplantısında ise yabancı tanımlaması, “bir devletin ülkesinde bulunan ve o devletin vatandaşlığını henüz iddiaya hakkı olmayan kimse” şeklinde yapılmaktadır. Bu tanımlama ülkemiz doktrinince de kabul görmüştür. Ancak Rona Aybay ve Bülent Çiçekli bu tanımlamayı hem yabancı kişinin vatandaşlık iddiasına hakkı olmaması yönünden hem de tanım gereği mecburi gözüken bizzat bahse konu ülke sınırları içerisinde bulunma unsuru yönünden eleştirmektedirler. Aybay ve Çiçekli’ye göre vatandaşlık nesnel bir gerçeklik olduğundan iddia olunmasının mevzubahsi yerinde değildir. Diğer yandan da devletlerin kendi sınırları dışında da askeri, diplomatik ya da ticari egemenlik alanlarının olabileceğinden hareketle, bu hallerde muhatap olunacak yabancı kimselerin tanımlamanın dışında kaldığına dikkat çekmektedirler.

Ergün Ergül ise ‘vatandaşlığın iddia edilemeyeceği’ hususunun yerleşmiş bir çeviri yanlışına bağlamaktadır. Ergül’ün tespitine göre 1892 tarihli Cenevre toplantısında yapılan tanımlamada ‘uyrukluğunu iddia hakkı olmayan’ yerine aslında ‘halen vatandaşlık hakkı olmayan’ ifadesi orijinal metinde yer alan ifadedir. Bu husustaki eleştirileri kaynağın gereğince irdelenmemesine bağlayan Ergül, bir yabancının fiziksel olarak bir devletin sınırları içerisinde bulunmadan da yabancılara ilişkin bazı haklara sahip olabileceği yönündeki eleştirileri yerinde görür.

BM Genel Kurulunun ‘Yaşadıkları Ülkenin Uyruğu Olmayan Bireylerin İnsan Hakları Bildirisi’nde yabancı tanımı “bulunduğu ülkenin uyruğu olmayan kişi” şeklinde yapılırken; Uluslararası Göç Örgütü’nün yayınlamış olduğu Göç Terimleri Sözlüğünde yabancı, “belirli bir devlet açısından o devletin uyruğunda olmayan kişi” şeklinde tanımlanmıştır.

6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile 5901 sayılı Türk Vatandaşlık Kanunu yabancıları “ Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile vatandaşlık bağı bulunmayan kişi” şeklinde tanımlamaktadır.(YUUK m.3/1-ü; TVK m. 3/1-d)

Osman Fazıl Berki ise uluslararası kabul gören tanıma paralel olarak yabancıları, “bir devletin ülkesinde bulunan ve o devletin tabiiyetini iddiaya hakkı olmayan şahıslara Ecnebi-Yabancı adı verilir” şeklinde tanımlar.

Vatandaşlık kavramının hukuki kökeni Roma hukukuna dayanır. Vatandaş (civis) bir kişinin hukuki düzene bağlanma şeklini ortaya koyan bir statüdür. Bu kıstas ‘devlete aidiyet’ düşüncesinden doğmuş olup günümüz hukukçularının da çalışmalarının kaynağını oluşturur. Vatandaşlık kavramı hukuki açıdan bireyin devletle münasebetini belirleyen ve bireyin devlete karşı sahip olduğu hak ve borçları ortaya koyan bir statüye tekabül eder.

5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu’na göre Türk vatandaşlığı şu şekillerde kazanılabilir: “Türk vatandaşlığı, doğumla veya sonradan kazanılır. Doğumla kazanılan Türk vatandaşlığı, soy bağı veya doğum yeri esasına göre kendiliğinden kazanılır. Doğumla kazanılan vatandaşlık doğum anından itibaren hüküm ifade eder. Türkiye içinde veya dışında Türk vatandaşı ana veya babadan evlilik birliği içinde doğan çocuk Türk vatandaşıdır. Türk vatandaşı ana ve yabancı babadan evlilik birliği dışında doğan çocuk Türk vatandaşıdır. Türk vatandaşı baba ve yabancı anadan evlilik birliği dışında doğan çocuk ise soy bağı kurulmasını sağlayan usul ve esasların yerine getirilmesi halinde Türk vatandaşlığını kazanır. Türkiye’de doğan ve yabancı ana ve babasından dolayı doğumla herhangi bir ülkenin vatandaşlığını kazanamayan çocuk, doğumdan itibaren Türk vatandaşıdır. Türkiye’de bulunmuş çocuk aksi sabit olmadıkça Türkiye’de doğmuş sayılır. Sonradan kazanılan Türk vatandaşlığı, yetkili makam kararı veya evlat edinilme ya da seçme hakkının kullanılması ile gerçekleşir.”

Görüldüğü üzere yabancı kavramı hem karşılaştırmalı hukukta hem de Türk hukukunda vatandaşlık unsuru üzerinden yapılmaktadır. Vatandaşlık statüsü ancak gerçek kişiler için söz konusu olabileceğinden bu tanımlamanın tüzel kişileri kapsamadığını söylemek durumunda kalırız. Bilindiği üzere günümüzde farklı ülkelerde merkezleri bulunan ve farklı devlet hukuklarına tabii pek çok şirket, menşei olunan devletlerin dışında da faaliyet yürütmektedirler. Bu ve benzeri durumları da kapsayacak bir tanımlama ülkemiz için “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile tabiiyet bağı bulunmayan kişi ve şeyler yabancıdır” şeklinde yapılabilir.

Çağdaş hukuk sistemlerinde yabancılık unsurunun tespiti vatandaşlık yahut tabiilik temeline dayanmaktadır ancak bazı hukuk sistemlerinde vatandaşlıktan daha başka kriterlerin de uygulanmış olduğu bilinmektedir. Örneğin Osmanlı İmparatorluğunda tabiiyet tespitinde din esasının gözetildiği görülmektedir. Bu sistemde günümüz hukuk anlayışıyla tam bir paralellik olmasa da bugünkü anlamıyla dört dereceli bir yabancılar tasnifi görüldüğünden bahsedilebilir. En yüksek korumadan faydalanan sınıf, devletin vatandaşı olmayan Müslümanlardan oluşur. Müslümanlar Osmanlı ülkesinde eşit haklara sahiptiler. Bu grubu Kitabiler veya Zımmiler olarak isimlendirilen, tam himayeye hak kazanmış olan ve ülkede sürekli yaşama iznine sahip olan gayrimüslimler izler. Üçüncü derece statüsü olarak ise İslam ülkelerinde izin alarak oturma hakkını alan yabancılar olarak Müstemenleri görmekteyiz. Son grup ise Harbi olarak anılan ve harp halinde yabancı devlet vatandaşlarını işaret eden statüyü görüyoruz. Bu kişiler de izin alarak İslam ülkesine girebilirlerdi.

Devletlerin vatandaşları olmayan kimseleri belirtmek için kullandıkları ifadelerin birbirlerinden farklı olabildiğini de görmekteyiz. Örneğin Alman hukukunda yabancılar için ‘misafir işçiler’ anlamına gelen ifadelerin yer aldığını biliyoruz. Hollanda hukuk sisteminde ise ‘etnik azınlıklar’, ‘yabancı işçiler’, ‘ikinci kuşak göçmenler’ gibi farklı anlamlara gelen ifadeler kullanılmıştır. Türk hukukunda ise genel tanım olarak ‘yabancı’ ifadesi tercih edilmiştir. Ülkeler arası bu ifade farklılıklarının sebebi olarak her bir ülkenin yaşadığı tarihsel süreçler ile birbirinden farklı yerel dinamikleri göstermek yerinde olacaktır.

NOT: Bu yazımız, bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. İzinsiz paylaşılması halinde, hukuki süreç başlatılacaktır.

Dike Hukuk ile iletişime geçmek için: https://wa.me/905337608453